Belirgin olarak neredeyse 30 yıldır hakim olan ve halen geçerliliğini koruyan minimalizm akımı ile giderek düzlemleşen temiz formlara karşı, tasarım dünyasından ters bir akım, kontra bir hareket, bir reaksiyon bekliyorduk. Gelen karşılığın altının iyi doldurulduğunu ve gerçekten de iyi bir senaryoya sahip olduğunu söyleyebiliriz: Kıvrımlı, yuvarlatılmış, şişkin, dairesel formlara sahip tasarımların ruhumuzu daha da ısıttığını, bir koza hissi yarattığını, fiziksel olarak ise aynı kıvrımların, vücut kıvrımlarımızla bütünleşerek ergonomiyi tamamladığını, yorucu ve koşturmayla geçen günlük hayatta bedenlerimizi sarıp sarmalayarak iyileştirdiğini söylüyor otoriteler. Özellikle Kuzey ülkelerinin bu konuda hassas olduklarını belirtmemiz gerekiyor çünkü insanı odak alan ve insanın evinde ve yaşamında iyi hissetmesi üzerinde sayısız kavram türeten İskandinav ülkeleri, dünyayı durdurup, bu kıvrım hareketine öncelik verdiler. Bunu Stockholm’de gerçekleşen tasarım fuarında da görmüş olduk. Belli ki giderek daha da dengesizleşen dış dünyaya karşı süper kahramanımız, evde bizi bekleyen pofidik, kavisli ve ısıtan koltuğumuz olacak.
Yumuşaklık ve kıvrımsılık trendine tasarım dünyasının koyduğu direnç, dik grafiklerin mobilya formlarına yansımasıyla oldu. Burada ise hafiflik duygusunu temel alıyor tasarımcılar. İncecik iskeletlerden oluşmuş mobilya ve tamamlayıcı ürünler, mekanlardaki boşluk duygusunu öne çıkartırken, sadelikten kopmak istemeyenleri de cezbediyor. Trenddeki fikrin hammaddesinde ise metal bulunuyor: Çelik ve demir gibi dayanıklı materyallerle yapılan tasarımlarla mekana “az ama öz” duygusunun geçtiğini söyleyebiliriz.
Bitmiyor, kaybolmuyor, bir yere gitmiyor: Parlak ipekten dokunan ve üretimi oldukça zor bir kumaş olan kadife, kumaş aristokrasisinde “kral” olarak konumlanmakta. Zengin bir renk ve doku derinliğine sahip kadifenin, kurulduğu tahttan kolay kolay inmemesinin nedeni ise uygulandığı yere boyut katması ve üzerine yansıyan ışıklarla farklı tonlar vermesi. Zorlu kullanımı iç mimar ve dekoratörleri her zaman biraz korkutmuştur ama kimse ondan vazgeçemez; çünkü o tarihi, gelenekleri ve lüksü sembolize eder. İlk olarak Çin’de dokunan, ardından Orta Doğu, Türkiye ve Kıbrıs’taki usta dokumacılara gelen, en sonunda sanayi devrimiyle birlikte İtalya’da altın çağını yaşayan kadife, 2019-2020’nin soğuk ve kasvetli sezonlarında, ev yaşamımızı ve içimizi ısıtmaya devam edecek.
Euroluce gibi sektörün belirleyicisi sayılan fuarlarda fütüristik aydınlatmaları görüyor ve artık aydınlatmanın, mekanın senaryosunu belirleyen kare aslardan biri olduğunu kabul ediyoruz. Tasarım dünyasının gelecek için koyduğu bir diğer vizyon ise, heykelsi duruşa sahip, bulunduğu yerde odak noktası olabilen aydınlatma tasarımlarında daha duygusal, daha geniş bir tarih parametresinden ilham almış, geleneksel zanaatlere omuz vermiş modellerle mekana, ışık kadar anlam da verebilmeyi hedefleyebilmek. Sert açılar yerine feminen kıvrımların, teknolojik ninjalık yerine binbir gece masallarının, fonksiyon yerine görsel aklın geldiği bu tasarımlarla sadece yaşam alanımız değil, duyularımız ve duygularımız da aydınlanacak.
Her şeyden “çok” sayıda alternatif üretilmiş, hayatımızın her dakikasında seçim yapmakta olduğumuz bir döngüdeyiz. Ulaşım seçiyoruz, tv kanalları seçiyoruz, aplikasyon seçiyoruz; tam bir kaos. Böylesine karışık ve yorucu bir rutin, elbette ki çığlık çığlığa arınma, yavaşlama, temizlenme de istiyor. Gözlerimiz sadece uykudayken dinleniyor. Oysa renk bilimciler diyorlar ki “dünyanın doğal renklerine bakın, onlarla temas kurun”. Trend otoritelerinin 2019-2020 için popülist renk kodlarını bir yere koyacak olursak, büyük kitlenin halen nötr renkleri talep ettiğini söyleyebiliriz. Yumurta beyazından toprak tonlarına uzanan bu skala, yeni sezonun hit olmasa bile uğurlu paleti. İlhamını Japonya’dan ve İskandinavya’dan alan natürel renk paleti ile zihnimiz ve vücudumuzun arasındaki dengeyi korumak mümkün. Açık tonların bej, vizon, taş, kum ve kil renklerinden toprağa sarılan bu yolculuğu gerçek bir terapi.
İnsanı, yaşadığı yerle bir tutmuş, iyi olmayı, kendine de evine de iyi bakmakla formüllendirmiş, çevresel faktörlerle tahrip olan varlığımızı, tüm somut ve soyut özelliklerimizi dikkatlice korumamızı salık vermiş Uzak Doğu’lu kadim ustaların lafına yüzyıllar sonra geldik. Şimdi çareyi spa salonlarında, yoga dersliklerinde arayıp duruyoruz ama asıl başlangıç noktamız çok yakınımızda: Evimiz. Neden-sonuç parametresine dayalı talep-trend ilişkisi, meditatif evlerden bahsederken bize “onu siz yarattınız” diyor. Modern yaşamın aceleciliğini bırakabilenler, onu yavaşlatabilenler, önce doğanın izinden gidiyor: “Sadece varlığına ihtiyaç duyduğun kadarıyla yetin, kendini sakinleştir, yatıştır ve enerjini sadece sana iyi gelecek olana yoğunlaştır. Doğalı kabullen ve onu paylaş.”
Altın altın olalı, bu kadar yaşam alanlarına işlemedi. Gümüş, babaannelerimizin evinde bile bu kadar devrimci değildi. “Haute couture” terimi moda dünyasından dekorasyon dünyasına iltica ettiyse, bunun nedenini yaratıcılıkta sınır tanımayan tasarım dünyasına sormalıyız. Kısaca, frapan, sofistike, yüksek zevklere sahip, parıldayan evler dönemine hoş geldiniz. Akdeniz’in sakin markalarının yeni koleksiyonlarında bile bu duygu hakim: Yeni lüks, referansını geleneksel lüksün materyallerinden alırken, onu modern bir dolguyla besliyor, sonra yine klasik bir kozanın içinde harmanlıyor. Bir diğer deyişle, gösterişini ve görkemini yansıtmak isteyen evlerde tarih ve gelecek, katmanlık ve çıplaklık, yansıma ve saklama bir araya gelmekte.