İstanbul’u kazdıkça, toprak altından ayrı bir kent çıkıyor, ayrı bir medeniyet kalıntısına ulaşıyoruz... Ne kadar eskiye gidebileceğimiz ise muamma. Zira bu kenti sadece Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerindeki görkemiyle değil özellikle coğrafi konumu itibariyle tarihöncesinin en eski dönemlerinden itibaren değerlendirmek gerekiyor. Kıtalar arası göçlerin zorunlu güzergahı olan İstanbul, aynı zamanda bilgi ve mal aktarımı için bir köprü görevi görmüş ve kültürler; bölgede arkeolojik olarak pek çok okunabilir iz bırakmış. Diğer yandan İstanbul bölgesi arkeolojik açıdan maalesef en az araştırılmış yerlerden biri. İstanbul’da yapılan sınırlı çalışmalar ışığında, İstanbul bölgesinin tarih öncesi kültürlerini yansıtan en önemli bilgi arşivi Küçükçekmece Gölü’nün kuzeybatısındaki Yarımburgaz mağarası. Mağarada saptanan kalıntılar yaklaşık 600.000 yıllarına tarihlenmekte. Mağara ve çevresinin Alt Paleolitik (Yontmataş Devri) dönemi başlarından itibaren insanlar tarafından yoğun olarak kullanıldığı öngörülüyor.
KALKOLİTİK VE TUNÇ ÇAĞINDA İSTANBUL
İstanbul bölgesinin tarihöncesi dönemleriyle ilgili bilgilerimizin çok sınırlı olmasına karşın, bölgenin Neolitik dönemi daha iyi araştırılmış... Mevcut bilgilerimiz ilk tarımcı toplulukların İstanbul bölgesinde yaklaşık olarak M.Ö. 6500-6400 yıllarında, İç Anadolu’dan Sakarya Vadisi’ni takip ederek ulaştığını göstermekte. Kalkolitik ve Tunç Çağı’nda da İstanbul’un bir yerleşim bölgesi olmuş. Tüm bunların yanı sıra antikçağda bütün ünlü kentlerin kuruluşları şiirsel ve mitolojik hikayelerle süslenir.
Troya Savaşı’ndan önceki dönemleri anlatan, M.Ö. 2. binyıl efsanelerinden birinde İstanbul Boğazı’nın isimlendirilmesine ve kentin kurucusuna ilişkin şöyle bir söylence vardır: “Argos Kralı Inakhos’un güzel kızı Io, aynı zamanda kentin Hera Tapınağı’nın rahibelerinden biridir. Bir gün Zeus, Io’yu görür ve ona aşık olur. Genç kızı sık sık ziyaret etmeye başlar. Fakat kısa sürede Hera, Zeus’un Io’ya olan tutkusunu fark eder. Tanrıçanın kıskançlığı zamanla yerini öfkeye bırakır. Bunun üzerine Zeus sevgilisini eşinin gazabından korumak için beyaz bir ineğe çevirir. Ancak Hera, Io’yanın kaçmasına neden olur. Io’ya kaçarak Trakya üzerinden geçer. Sonunda Kydaros (Alibeyköy Deresi) ile Barbyses (Kağıthane Deresi) ırmaklarının; Khrysokeras’ın (Altınboynuz, Haliç) bitimindeki balçık denizine döküldükleri Semystra (Eyüp) adı verilen yere gelir. Burada bir kız çocuğu dünyaya getirir.”
BOĞAZİÇİ’NE “İNEK GEÇİDİ” ADI VERİLİR
Burada Zeus ile olan ilişkisinden kız çocuğunu dünyaya getiren Io, kaçmaya devam eder. Io’nun suyu geçtiği kaleme alınır. Bundan dolayı Bosporos’a, “İnek geçidi” (Boğaziçi) adı verildiği rivayet edilir.
Io’nun Kydaros ile Barbyses ırmaklarının yakınlarında doğurduğu bebeği ise, bu civarda oturan Semystra adlı bir kadın bularak evlat edinir. Annesinin dönüşümünün izlerini taşıyan çocuğun alnında boynuz biçiminde çıkıntılar olması nedeniyle, ona Keroessa “boynuzlu” ismi verilir. Keroessa genç bir kızken, Poseidon ona aşık olur. Keroessa’nın deniz tanrısından olan ilişkisinden de adeta bir tanrı gibi onurlandırılan Byzas adında bir oğlu olduğu rivayet edilir. Yerel bir efsaneye göre, bu aşkın ürünü olan çocuk Trakyalı nymphe (su perisi) Bizye tarafından bakılıp büyütüldüğü için İstanbul, Byzas adını almıştır… Bununla birlikte Byzas, kenti gene mitolojik bir kahraman olan Antes ile birlikte kurduğu hikayelerden bir başkasıdır. Söz konusu iki efsanevi kahramanın isimlerinin ön eklerin bir araya getirilmesinden İstanbul’un isminin o dönemde “Byz-Ant-ion” olmuş olabileceği anlatılır. Öte yandan araştırmalar sonucu birçok kaynağa göre şehrin isminin birçok farklı hikayeye de dayandığı vurgulanıyor. “Byzantion” “su yurdu/ülkesi” anlamına geldiği ya da bu bölgeyi ele geçiren kumandanın isminin şehre verildiği varsayımları bulunur. Sonuç olarak İstanbul’un tarih sahnesine çıkması herhangi bir efsanenin ya da mitolojik bir kahramanın başından geçen serüven dolu ya da trajik kaynaklı söylenceler perspektifinden kavranamaz.
KÖRLER KENTİ: KADIKÖY
İstanbul’un bir diğer tarihi kalıntılarla dolu ve efsanelere konu olan bölgelerinden biri de Kadıköy’dür. Pers Kralı I. Dareios’un komutanı Megabazos, Khersonesos (Gelibolu Yarımadası) ve Hellespontos (Çanakkale Boğazı) bölgelerine henüz Pers hakimiyeti altında olmayan kentlere karşı sefer düzenlerken, M.Ö. 511 yılı civarında Byzantion’u ziyaret etmiştir. Kalkhedon yani Kadıköy civarının Byzantion’dan 17 yıl önce kurulduğu öğrendiğinde, esasında Byzantion’un mükemmel bir konumda olduğunu görerek, Hellespontos halkı tarafından sonsuza dek hatırlanacak şu sözleri söylemiştri: “Kalkhedonlular o zaman kör olmalıydılar; zira kör olmasalardı, kentlerini kurmak için ellerinin altında daha güzeli varken daha kötü bir mevkii seçmezlerdi.” Özetle Megaralılar, İstanbul Boğazı’nın Marmara ağzında M.Ö. yaklaşık 685 yılında Kalkhedon’u; M.Ö. yaklaşık 658 yılında Byzantion’u kurarlar. Her iki kent Hellenler için ideal konumda yer alır.
İSTANBUL’UN TARİHTEKİ DÖNÜM NOKTASI
İstanbul bölgesinin Konstantinopolis ismiyle anıldığı dönem ise Yunan koloni yerleşimi olarak kurulan Byzantion’un MÖ 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu’na bağlanmasıyla başlar. Roma kentinin kaderi 330 yılında Roma İmparatoru I. Constantinus (324-337) tarafından imparatorluğun yeni başkenti olarak seçildiğinde bütünüyle değişir. Kurucusunun adıyla Konstantinopolis olarak anılan kent, Geç Antik dünyanın merkezi haline gelir. Bu olay bugün bir dünya megapolisi olan İstanbul’un tarihteki dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra modern tarihçiler bölgeyi “Bizans” diye adlandıracak ve kentin Roma İmparatorluğu’na 1123 yıl boyunca başkentlik yaptığını yazacaklardır. Bölge 1453 yılından 1923 yılına kadar ise 470 yıl boyunca da Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştır.