Mücevher tasarımlarıyla yıllardır tanıdığımız ve hayran olduğumuz Zeynep Erol'un showroom'u ve atölyesi de kendisi gibi efsunlu. Kapıdan içeri girer girmez burnunuza gelen tütsü kokuları ve Erol'un ağız dolusu gülümsemesi sizi anında şehrin kaotikliğinden uzaklaştırıp rahatlatıyor. Erol, tutkuyla ürettiği tasarımlarını anlatmaya ve siz koleksiyonları incelemeye başladığınızda ise kendinizi tamamen farklı bir dünyada, mesela "Neverland"de hissetmeye başlıyorsunuz.
Benim mücevherlerimi değerli kılan, üzerindeki değerli taşlardan ziyade tasarımların gücü ve hikayesi. Tasarımlarımın her birini takılabilir heykelcikler olarak görüyorum. Çok sık seyahat ediyorum. En çok da Hindistan'a. Hindistan beni kültürüyle, mimarisiyle, felsefesiyle, insanlarıyla, gelenekleriyle etkisi altına alan bir ülke. 2001'den beri her sene en az 2-3 kez gidiyorum. Tasarımlarımın çoğunda bu kültürün etkileri görülebilir. Aynı şekilde Anadolu'dan da çok ilham alıyorum.
Ben sergiler açarak kendimi ifade ediyorum. Her bir mücevher sergisi, bir konuyu irdeliyor. Örneğin 2009 senesinde açtığım "Simya" sergisi için üç kez Mardin'e gitmiştim. Çünkü Telkari işçiliğini çok seviyordum. Dördüncü yüzyıldan beri süregelen bu Süryani zanaatini nasıl sanata dönüştürebilirim diye çok kafa yormuştum. Amacım ise unutulmaya yüz tutmuş son derece kuvvetli ve güzel bir işçiliğimiz olan telkâri sanatını, daha doğrusu zanaatını tekrardan yaşatabilmekti.
Önce mücevherlerle yola çıkıp daha sonra büyük ebatlı heykeller üretmeye başladım. Takı tasarımında sürekli ince detaylarla uğraşıyorum; bazen saatlerce, bazen günlerce, bazen aylarca... İnsan bazen de bunca emek harcadığı şeyde, malzemeyi daha büyük ebatlarda görmek istiyor. Heykeli, takılarımın büyüğü olarak tersten bir sanata dönüştürmüş oldum denilebilir. Yani tatmin duygusu büyüdükçe zenginleşiyor.
Heykelde bronzla çalışmayı çok seviyorum. Mücevherlerde altın ve gümüşle çalışıyorum daha sık. Bronz döküm de altın ve gümüş döküme yakın oluyor. Heykellerde demir de kullanıyorum. Mesela evde bahçeye demirden çok büyük heykeller yapar oldum.
"Kafes İçinde Yolculuk" sergisini, en değerli sergim olarak düşünebilirim. 2002 senesinde, Topkapı Sarayı'nda açmıştım bu sergiyi. O zamanki duygularım şuydu; evet bir Osmanlı kültürümüz var, oradan geliyoruz. Osmanlı kültürünün formlarını modernleştirmekti ilk amacım. Sonrasında ise geleneksel harem kadınlarının yaşantılarındaki zorluklara değinmek. Oradaki kadınlık duygusu ve o hapsolmuşluk, bugüne nasıl yansıdı? Yani biraz feminist bir düşünceyle "Kafes İçinde Yolculuk" sergisi ortaya çıktı. Koleksiyon aslında harem kadınlarını anlatıyor ve kafesin içindeki o duyguları nasıl çıkabilir hale getirebilirim, o arayışı yansıtıyor.
Son sergimin adı "Neverland." Tinkerbell ile Peter Pan'in hikayesinden yola çıkan bir sergi. Burada amaç; pandeminin verdiği bütün zararları, kısıtlanan ruhsal ve fiziksel özgürlüğü şifalandırmak. "Neverland" olmayan bir yeri anlatıyor. Pandemide kendimi şifalandırmak için hayal gücüme daha çok ihtiyaç duydum. Kendimi doğaya attım; ormanda yürüyüşler yaptım, denizde boşluğa baktım, saatlerce yüzdüm yüzdüm. Sonunda doğanın verdiği şifa, doğanın renkleri, kokuları, masalsılığı beni bu koleksiyonu hazırlamaya yönlendirdi. "Avatar" filmi gibi düşünün; orada nasıl bir avatar yaratılıyor ve olmayan bir doğanın güzelliği korunmaya çalışılıyorsa burada da kendimi korumak, kendimi şifalandırmak için bu hafifliği tercih ettim. Bunu yaratmak için de "Neverland"in hayvanlarına ve varlıklarına ihtiyaç vardı. Yani bir Tinkerbell'e; peri enerjisine, peri tozlarına, perinin hafifliğine, perinin uçuş uçuş neşesine... Sonra unicornlar, pegasuslar derken çiçekler, kelebekler, helikopter böcekleri ve kutsal örümcekler...