Heykellerinde geometrik oyunları, hislerin bir ifadesi olarak kullanan Ebru Döşekçi, "Kimse Bilmez" sergisinde sanat pratiğine yeni eklediği deneyimlerle izleyicinin karşısına çıkıyor. Soyut dışavurumu minimalist yaklaşımla ele alan heykel sanatçısı, bu sergisindeki işlerinde görünen ve gizli ögelerle kendiyle yüzleşiyor MOS Bebek. Sergi açılış heyecanına ortak olduğumuz Döşekçi ile sanat dolu bir sohbete davetlisiniz.
Bugüne kadar yaptığım en kapsamlı sergim "Kimse Bilmez". Bu sergide 19 farklı işle sanatseverlerin karşısına çıkıyorum. Bu kadar kapsamlı bir sergiyi uzun zamandır yapmıyordum. En son sergim 2019 yılındaydı. Dört sene geçti üzerinden, şimdi ise "Kimse Bilmez" başlıklı sergiyle izleyiciyle buluşuyorum. Bu sergide kendi hayatımdan ve yaşadıklarımdan yola çıktım. Bu sergide aynı zamanda başkalarının hayatlarına benim bakış açımdan göndermeler yapıyorum.
Heykel büyük bir alan istiyor. Sizin heykeli hissetmeniz gerekiyor. Alexandre Vallaury binası benim için bu açıdan çok iyi oldu. Bu binada aynı zamanda iki farklı galeri var. Sanat destinasyonu haline gelebilecek bir bina burası. Sergimi bu binada açmak çok istedim. Sağ olsun binanın sahibi Zafer Bey bana bu konuda destek oldu. Küratörümüz Ceren Erdem dizilim konusunda yolculuğuma eşlik etti. Esra A. Aysun ise A'dan Z'ye projenin koordinatörlüğünü üstlendi. Bu sergi için ayrıca Elif Dastarlı ile bir kitap hazırlıyoruz.
Evet, bu sergide anlatacaklarımı bölümlere ayırdım. "Hep yuvaya dönmek" , "Yaralarım gizlidir", "Siz hepiniz ben tek" ve "İçerideki benden içeri" işleri bir grup sayılabilir. Aslında bu sergi benimle alakalı. "Siz hepiniz ben tek" dediğim zaman ben ve bütün dünyayı anlatıyorum. "Yaralarım gizlidir" işimde ise içeride gizlenen top beni temsil ediyor. Bu top üzerinden tüm hayatım üzerinden akışı, hayatın seninle beraber akıp gitmesi üzerine bir anlatı yapıyorum. "I am here" bir sürü, üst üste yığılmış bütün hayatla ilgili süreçlere değiniyor. Eserin altında gördüğünüz iki nokta, yapının dengesini sağlıyor. Bu anlamda bu eser dengede duran bir iş. Form olarak da ışığı, gölgesi, yansımalarıyla çok güçlü duran kütlesel bir yapı. Ama sadece iki noktadan ayakta duruyor. Biz bir sarı yansıma görüyoruz. Ben alttaki iki noktayı kendim olarak tasvir ettim ve yansıyan sarı ışığı da umut olarak nitelendirdim. Oradaki sarı ışık hayattaki umudumuzu yansıtıyor. O yüzden "I am here" diyorum.
Sergide bir harmoni yakalamak için eserlerde genelde beyaz rengini kullandım. Renkleri eserlerin içine gizledim. Bir kütlenin, kalıbın içinden çıkan renk. Bu renk aslında hepimizin içinde. Kaide işlerimin isimleri "Herkes – hiç kimse" aslında hem herkes hem de hiç kimse. Aslında bu işler birine atfederek yaptığım eserler değil. Beyazın içinden her birinden ufak ışıklar ve renkler çıkıyor. Renkli renkli yansımaları çıkıyor. Bu yansımalar herkesi temsil ediyor. Bizim kendimizle yüzleşmemiz, hem karşıya verdiğimiz enerji hem de "Kimse Bilmez" dediğimiz için aslında kimsenin bizim bilmediğimiz yüzü.
Ursula K. Le Guin'in "Hep Yuvaya Dönmek" adlı varolmayan ütopik bir dünyadan bahseden bir kitabı var. O kitapta medeniyetle ilgili ideal bir dünyadan bahsediliyor. Eşit, adaletli ve doğaya saygılı bir dünya. Ben de o dünyadan yola çıkarak bu eseri yarattım. Hayal edip idealize ettiğimiz o dünyayı, hep içimize dönerek ve bakarak elde edebileceğimizi anlatıyorum. Dışardan değil içimizde bu dünyayı bulabileceğimizi söylüyorum. O yüzden hep yuvaya dönmek diyorum. Bu iş aynı zamanda bir ağaç kavuğunu andırıyor. Benim gençliğimde gittiğim bir ağaç vardı. O yüzden siz fotoğraf çekerken yaslan dediğinizde çok hoşuma gitti. Gençliğimde gittiğim o ağaca sırtımı yaslar, onun kökleri sayesinde dünyayla bağ kurduğumu düşünürdüm. O ağaçtan enerji alırdım. Umutsuz ve mutsuz hissettiğim zaman o ağacın altına gider, o ağaçla etkileşime girerdim. Tabii sonuçta ağaç benimle konuşmuyor. Ben kendi kendime konuşuyorum. Orada da gene bir içe dönüş var. Ben kitaptan esinlenerek o ağaç kabuğunu burada tasvir etmeye çalıştım.
"An" ı anlattığım iki işim var. Formsal olarak baktığınızda iki boyutlu formu üç boyuta taşıyorum. Yani çizgi aslında iki boyutlu bir şey ama çizgiyi üç boyutlu bir malzemenin üzerine koyduğunuz zaman boyut kazanıyor. Eser aslında dümdüz gözüküyor. Ama yandan baktığınızda farklı bir boyut kazanıyor. Yani dümdüz giden yapı üç boyutlu hale dönüşüyor. Bu işlerimde hep formsal heykelsi işler var aynı zamanda da bir "an"ı temsil ediyor. İki kişi hayatları dümdüz giderken bir noktada bir araya geliyorlar. Aslında o "an" varoluş anı. Bu eser aynı zamanda benim ilk seramik işim. Seramik kırılgan bir malzeme. Malzemenin cinsi de aslında "an" daki kırılmayı ifade ediyor.
Bu serimde bütün bir dünyayı ya da hayatın tamamını düşünebilirsiniz. Bu dünyada renkleriyle var olan biri var. İşlerin içinde saklı renkli toplar var. O toplar da benim kalbim. Heykellerin içine gizlenmiş o renkli toplar kalbimin büyüklüğünde.
Serginin bu kısmına kadar aslında hep içimize döndük. Hep içe baktık. Bu kabuktan bambaşka bir iş çıkıyor bu serimde. Bu serimde Yunus Emre anlatısından ve Oriah Mountain Dreamer'ın dizelerinden yola çıkarak oluşturdum. Çünkü biz dışarıya kendimizi bambaşka gösteriyoruz. Ama kendi kendimizle kaldığımız halimiz bambaşka bir yüz. Kendi kendimizle kaldığımız zamanki halimiz ile dışarıdan bizi görenlerin algıladığı halimiz aynı mı? Dışarıdan bembeyaz görünüyorsundur ama içini açtığın zaman kan kırmızı bir insan ortaya çıkabilir?
Aslında bu iş grubu benim daha önce hiç yapmadığım bir şey. Bugüne kadar ben atölye içindeydim. Bakalım ne çıkacak diye girerdim atölyeye. Ama bu işlerde biraz farklı oldu. Ben Paul Auster'ın "Leviathan" kitabını okuyordum. Kitapta Maria adında sanatçı bir karakter vardı. Maria'nın karakteri beni çok etkiledi. Bu karakteri araştırdım. Ve Auster'ın Maria karakterini Sophie Calle'den etkilenerek oluşturduğunu öğrendim. Sophie Calle benim çok etkilendiğim bir sanatçıydı. İlk defa 2007'de Venedik Bienali'nde işlerini görmüştüm. İşlerini gördüğümde uzun bir süre yanından ayrılamamıştım. Sophie Calle sonrasında ise İstanbul Bienali'nde karşıma çıktı.
Kitapla tekrar karşıma çıkan bu sanatçıyla olan bağlantı çok hoşuma gitti. Disiplinlerarası farklı sanatçıların birbiriyle olan ilişkilerini araştırmaya başladım. Auster kitabı yazarken Sophie Calle ile bir anlaşma yapmış. Calle, Auster'a "Tamam sen beni Maria diye anlat ama ben sana performans uyduracağım. Günün birinde sen bu performansı gerçekleştireceksin" demiş. Auster'da Calle'un uydurduğu performansla kendine yeni bir kitap yazmış.
Sophie'nin en belirgin özelliği, yoldan geçen insanları takip etmesi, tanımadığı kişileri yemeğe davet etmesi ve onlar hakkında kurgu oluşturması. Ben de Sophie'nin yaptığı gibi insanları takip edeyim ve o insanların bende bıraktığı etkiyle alakalı heykeller yapayım dedim. Hiç tanımadığım insanların bende bıraktığı izlenimler, hisler, izdüşümler bu serinin çıkış noktası oldu. Ben sokağa çıkıp tanımadığım insanları takip ettim. Bu süreç beş, altı ay sürdü. Bu işler, hiç tanımadığım insanlar hakkında yaptığım heykeller aslında. "Kimse Bilmez" aslında bu işlerde yine karşımıza çıkıyor. Çünkü ne onlar benim onları takip ettiğimi, ne de benim çevremden birileri bunu biliyordu. Ne de o insanlar şu anda kendileriyle ilgili bir heykel yapıldığını biliyor.
Bu serinin bende şöyle bir açılımı oldu. Ben normalde atölyeye girer çalışırdım. Halbuki atölyenin dışında bana referans olan şeylerin etkisiyle de bir şeyler yapabileceğimi gördüm. Bu benim için yeni bir başlangıç oldu. Benim başka projelerim de var. Bu konuya özel değil ama bir referansla bana ait olmayan dünyaya ait bir şeyler yapmak benim daha çok ilgimi çekmeye başladı.
Aslında sergide biraz oyun, umut hissetsinler isterim. Ben tüm bu işleri kendimle bağ kurarak oluşturdum. Bu yüzden insanların işlere baktıkları zaman bir şekilde bağ kurmalarını isterim. Zaten bir iş iyiyse, insana dokunuyor. Benim umudum da, bu sergideki işlerin birilerine dokunması.