Ani bir kararla uçak biletimi aldım ve kendimi Zanzibar'da buldum. Sanki uzun süredir beni bir şeyler oraya çekiyordu. Şimdi bu keyifli seyahat deneyimimin her detayını sizlerle paylaşmak istiyorum. Her şey beklediğimden çok farklı gelişti. Bunu paylaşmak, hem Zanzibar'ın hem de yaşadığım deneyimin büyüsünü çoğaltacak, eminim.
Bir yönü ile neden bilmem kendime oldukça yakın hissettiğim, buna karşın muazzam bir yabancılıkla hep merak ettiğim Afrika'ya sürükleyen hislerimi sayfalarca terapistime yazdığım o dokuz saatlik uçuş bitmişti. Uçak camından doğanın ve mekaniğin hakikatini hatırlatır bir biçimde önden arkaya süzülen yağmur damlaları, kaçınılmaz bir akışa iniş yaptığımın habercisiydi adeta. Sabaha karşı havalimanında sıra beklerken, cam kapıdaki yansımama takıldı gözüm. "Sanırım yeni keşfin heyecanı var içimde" cümlesi maskemin ardından bana tebessüm ediyordu gizlice.
Tüm iptidailiğine rağmen ürkütmeyen, aksine sahiplenen bir havası vardı havalimanının. İşlemlerimi tamamlayıp kapıdan çıktığımda hem o tuzlu sıcak rüzgar, hem de bavulumu, gelecek arabaya taşımak için selam veren birçok Zanzibarlı ile karşılaşmıştım. Sonrasında bana, "Monopoly değil bu; paraları kırmızı, mavi, yeşil yahut bir para iki para üç para diye adlandıramazsın" deyip güldüklerinde bile, tam anlamayacaktım havalimanından başlayıp şehre ve seyahate yayılan acemiliklerimi. İzlemeye değil yaşamaya değer bir yere geldiğimi o an çok daha iyi anlamıştım. Gerçek bir keşfin, gerçek bir uzaklaşma ile olacağını düşündüğüm için telefonumu iletişime kapattım. Arabada çalan Mr. P, Ebeano ve nicesi eşliğinde uzun, sallantılı, sarsıcı, heyecanlı, yorgun ama keyifli bir yol gittim ve iki Swahilili genç ile anlaşabildiğimiz kadar sohbet ederek, sonunda Kizimkazi Köyü'ne vardım.
Otelime vardığımda gün yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Okyanusun tüm gelgitlerine yakından şahitlik eden bir odaya girip, cibinlikli yatağı gördüğümde kolonyal hisler ve sahneler canlanmıştı içimde. Cibinliğin koruyucu etkisinden ziyade, mekan içinde mekan oluşturma etkisi içimdeki heyecanı daha da artırmıştı. Doğadan gelen kokular, ipeksi çiçeksi dokular beni karşılayan ilk detaylardandı. Hiç tanımadığım insanlar ile yediğim ilk akşam yemeğindeki normalden uzun süren sohbetler, yerli yersiz neşeler yepyeni bir deneyimin başlangıcıydı. Gece ile gündüz sahilinin, Zanzibar güneşinin bambaşka olduğunu ertesi gün Paje Beach'te öğrenecektim.
Henüz Afrika acemisi olan bendeniz yumuşacık kumlara serdikleri el yapımı bir sürü örtünün çoğunu almak isterken buldum kendimi; sanki bir daha hiç bulamayacakmışım gibi. Siz siz olun ilk gördüğünüz Masaili'den bir seyahatlik takı alma kapasitenizi doldurmayın. Bir yandan rüzgar sörfü izleyip, bir yandan suya ve güneşe sakince kendimi bıraktığımı zannettiğim o günün en önemli farkındalığı, yavaş bir ritimde akan her şeye rağmen hızını kesemediğim telaşlı adımlarımdı. Dinginleşmek, sakinleşmek ve anda kalmanın huzurunu keşfettim bu seyahatimde. Benim için seyahatin en önemli öğretilerinden birisi bu dönüşüm ihtiyacımdı.
An ne getirirse getirsin, kabul ile yaşamayı öğretmek için çağırmıştı beni şehir. Aslında kaçmayacak olan koca okyanusun; yahut zaten kendini tekrar edecek olan gel-gitin beni beklemese de, yine geleceği bilincine ulaşamamış olduğumu ve bir meltem sakinliği ritminde söyledikleri po'le po'le (yavaş yavaş) sözcüğünün henüz sadece dilimden döküldüğünü fark etmiştim. Belli ki sadece akışa değil ritme de yeterince bırakmamıştım kendimi. Mtende Köyü'nde falezde vakit geçirmeye giderken denk geldiğimiz düğün alayının yeterince tadını çıkaramamış olmak; sonrasında, çok kıymetli bir anı kaçırdığım hissini bana canlı canlı yoğun bir biçimde yaşattı.
Siz siz olun Afrika'da düğün ve eğlence sizi çağırınca muhakkak katılın. En sevdiğim başucu filmlerimden biri olan "Hector And The Search For Happiness"ta söylendiği gibi, ben bir kutlamanın mutluluğunu tam yaşamamış, yarım bırakmıştım. Kimisi için lanetli bazıları için hayat ağacı sayılan Baobab ağaçlarını görmek için "Le Petit Prince" hatırına acele etmiştim. Oysa Prince'e vardığımızda ağaçlar yerli yerinde duruyordu. Onları bahane saymayıp dansa girmeliydim.
Bir Stone Town gününde yavaş yavaş akışa ayak uydurmaya başladığımı hissettiğim an, beklenmedik bir yağmur bastırdı. Deniz yolları kapandı, şehri biraz sel aldı. Sağanak yağmur altında dans eden çocuklardan gelen her ne ise ona eşlik edebilmeyi, hayatın böyle daha zevkli olduğunu öğrenmem gerektiğini anladım. Serseri minik maymuncuklar eşliğinde yapılan bir kahvaltı başlatmıştı o günü. Hava, odamdan çıktığımda oldukça güzeldi. Ve işte beklenmeyen yağmur... O günü şiddetli şekilde unutulmaz kıldı. Bazen bir bakkal tentesinin altında, bazen bir takanın sallantısında, bazen dev bir kaplumbağanın kabuğunun yanı başında; şehri, insanları, yüzlerinin hallerini izlemek belleğimdeki hikayelere çok anlam ekledi.
Yağmura karşı koyulamayan günün ilk durağı, Kizimbani'deki Spice Farm'dı. Orada geçirdiğim saatler ise hayretimi tat-doku-koku noktasında beslediler. Parfümlere ve yemeklere, hislere etki eden birçok baharatı bizzat dalından, hikayesini öğrenerek taze taze tatmak muazzam bir deneyimdi. Her zaman sarıldığım ağaçlardan farklıydı bu ağaçların hissi. Ekstra bir teşekkürün, uzun uzun sarılmaların bir tarafıydılar, diğerlerinden farklı olarak.
Zira artık tanış olmuştuk onlarla ve varoluşlarını benimle paylaşmışlardı. Yağmur biraz sakinleyip deniz yolu açılınca Changuu'ya, 'Kaplumbağa Adası'na doğru yola koyulduk. Kısa bir süre sonra okyanusun ortasında küçük bir taka içerisinde kendimi, Tom Hanks'in "Forrest Gump"taki fırtına sahnesini yaşarken buldum. Hissi, keyfi, korkusu, heyecanı ve adrenalini ile müthiş bir yolculuktu. Ve kaplumbağalar... Onları es geçemem çünkü onları besledim, bekledim, gözledim, izledim, sevdim...
Görmek için değil bir kaplumbağa seçip, o bilgeye kendinizden birazcık bahsedip, onun da sessizliğini dinleyebilmek için kesinlikle tavsiye ediyorum Changuu'yu. Suyun, bulunduğumuz noktada yükselmeye başladığı saatlere denk gelmiş olduğumuzdan biraz paniklemiştik ama upuzun yollar, konforsuz anlar vazgeçiremiyordu beni, orayı sevmiş olmaktan. Benim için Afrika bitmiyor ve hatta daha yeni başlıyordu...
Kontrol bağımlısı anlarımızın ne kadar gereksiz olduğu hissi içime iyiden iyiye yerleşmişti. Zanzibar bana yıldız yanlarını değil de, efsane yanlarını gösteriyordu. Ani hava değişikliklerinden ötürü üst baş değiştirme zarureti, her gün spontan bir şekilde tesadüf eseri karşıma çıkan bir mağazaya girip yeniden giyinmek, müthiş keyifliydi ve gün boyunca bu yenilenmeler beni konforlu hissettiriyordu. Belki de kanga yahut kitenge (yerel kıyafet) giyerek Afrika sokaklarını dolaşmak, şehre intibakımı kolaylaştırıyordu.
O gün son aldığım kitenge'mde ne yazdığını merak ve heyecan içinde söylemesini rica ettim tasarımcısından. Swahili dilinden İngilizceye çevirip bana anlamını söylediğinde bu, benim için şans topu çevirmek gibiydi. "Ahtapot yakalamak istersen, okyanusa gitmelisin" yazılı kitenge'mi belime sarıp geceye devam ettim. Ama bu söz, hissedilmenin ötesinde analiz etmek için duruyordu zihnimde. Risk almak ile alakalı fikrimi sakinleştiren bu söz, benim o günkü öğretimdi.
Biraz dinlenme ve yemek molası sonrası, birkaç gündür bakındığım Jazz Taarab konseri ben bilet almadan ayağıma gelmişti. Yemek sonrası kaleden gelen o ritim, bizi kalenin içine çekti ve düğünde aklımda kalan dansı bana farklı bir denklemde yeniden armağan etti. Herkesin bir köşede dans ettiği, başka köşede yemek yediği gece beni hortum gibi içine çekmişti bile.
Gastronomi en gerekli kültür aktarımcısı gibi gelir bana ve hep merak ederim yabancı mutfakları. Gelip tecrübe etmemişlerin "sakın içme", daha evvel deneyimleyenlerin ise "muhakkak içmelisin" dediği şeker kamışı suyunu farklı bir his ile içtim. Öyle ya okyanusa gitmezsem ahtapot bulamazdım... Tek başına safariye gelmiş bir Türk kadınını şaşırtıcı bulan Rus ekiple başlayıp bitirdiğim; Afrika filleri ile Asya filleri arasındaki farkı net bir şekilde öğrendiğim; keyifli ama oldukça yorucu bir safari gününü geride bırakmıştım.
Kendi içinde sürekli tartışan bendeniz için seyahatin en kıymetli hatırası ise; üç ayrı renk kökten yaratılmış, sular çekildiğinde kökleri tamamen açığa çıkan, sular yükseldiğinde tümden yahut sadece yaprakları ile ortada kalan, kesilmesi tamamen yasak olup koruma altına alınmış mangrow'ların yani 'su ağaçları'nın olduğu Uzi Adası ile denk gelişimiz sebebi ile neredeyse insansız, bol hayvanlı Sandbank güneşlenmesiydi. Günün, aklımı baştan çıkaran dalış deneyimi ise; tüm ömrümün en kıymetli tecrübelerinden birisiydi. Kendine has bir aurası ve rengi vardı.
Doğaya, zamana olan hayret ve hayranlığımı daha net hissettiğim böylesi bir gün belki de hayatım boyu olmamıştı. Ve o günkü öğretim, diğer günlerin tümünden daha net ve kalıcıydı. Bu ani seyahatin belki de sebebi, o kırmızı, yeşil denizyıldızları ve mercanlardı. Gördüklerim karşısındaki hayret ve heyecanımı saklayamadığım, kalbimin küt küt attığı bir günün anısıydı. Kaptan Yousef ve Miço Abdül'ün takasında yine bir fırtınaya yakalanmıştık.
O gün bana eşlik etmesini istediğim iki arkadaştan birinin söylediği ve bana kendimi hatırlatan sözler hala kulağımda çınlıyor; "Bazen insanlar seni rahatlatacağını bilse de, rahatlatıcı sözler söylemezler; kendini akışa bırakmanın yolunu kendin bulmalısın." Benden yaşça oldukça küçük olan birisinden duyduğum bu sözler, ufkumda ve duygumda yeni pencereler açmıştı. Fırtına süresince sığınmak zorunda olduğumuz adanın en net anısıydı bunlar. O bilge sözler, kırmızı, turuncu, yeşil ve mavi renkler, fırtına sonrası sakinleyen denizin bana armağanıydı.
Bembeyaz kumlar, cıvıltılarıyla ahenk yaratan kuşlar, tadına doyulmaz mangolar... Bir görünüp bir kaybolan boy boy rengarenk yengeçler... O muhteşem gün çoğu anıyla hala berrak duruyor hafızamda. Ortalıkta dolaşan keçiler, köy meydanına kurulmuş kahveler ve her karakter seslendirmesi tek bir birey tarafından yapılan filmler. Afrika bir daha kapanmamacasına açılmış bir sayfaydı artık hayatımda.
Sekiz gün süren bu seyahat, aslında kendimde aradığımı bulduğum değil, esasta yeni tanıştığım insanlar tarafından kendimi sarih bir şekilde duyduğum bir kesitiydi hayat yolculuğumun.
Afrika: Güleç insanların karıncalar gibi başında, sepetinde, bisikletinde sürekli bir şeyler taşımaları, dansları, hızlı yavaş, sesli sessiz konuşmaları, müthiş güzel insanları, köyleri, sahilleri, yolları, varlıkları ve yoklukları ile oradaydı. Zanzibar: Keçileri, koyunları, tatları ve tüm değişik hatları ile artık vardı hayatımda... Bu seyahatim, zaman zaman kanatlı karıncalar gibi, ne tam bir şey taşıyor ne de tam göklere uçuyor olmayışın beni kontrpiye ettiği bir hisle, artık bir karınca gibi yeni duygular taşımama sebep oldu.