Berin SOMAY – [email protected]
Hem ikili hem de solo olarak yakaladıkları dengeyi başarıyla yansıtan Süher ve Güher Pekinel’e göre ‘değişik açılardan bakarken yepyeni ortak bir yapıyı aynı nefeste yaratabilmek ikiz olmanın ayrıcalığı’. 46. İstanbul Müzik Festivali’nde İngiliz Oda Orkestrası’yla tekrar bir araya gelerek kapanış konserini gerçekleştirecek olan Pekineller’den 40 yıla yayılan müzik kariyerlerini dinledik.
Küçük yaştan itibaren müziğe yönelmenizde sizce en önemli faktör neydi?
Güher Pekinel: Tek bir etkene odaklanmanın eksik olduğu düşüncesindeyim. Yeteneğin genetik ile yol aldığı yadsınamaz olsa da, aile faktörü ve çevresel faktörler de çok önemli. Çocukluğumuzda sanat, özellikle de müzik, ailenin daima bir parçası oldu. Annemiz evde piyano çalar, babamız ise resme ve müzelere çok ilgi duyardı.
Süher Pekinel: Ailemizin anlatımına göre, üç yaşından itibaren müziğe gösterdiğimiz büyük ilgi kendilerini motive etti. Sanatla iç içe yetiştik ve bu bizim için adeta bir nefes alma biçimi haline geldi. Dolayısıyla doğru yönlendirilme açısından çok şanslıydık. Bu vesile ile şunu da ilave etmek isterim ki, günümüzde de aileler artık büyük bir özveri ve fedakarlık ile çocuklarının kültür ve sanat ile iç içe büyümeleri adına adımlar atıyorlar. Türkiye’de artık yeni bir genç müzisyen nesil yetişiyor. Dünyadaki gelişmeleri, yarışmaları ve konserleri takip eden bu gençlerden inşallah çok yakında güzel haberler alacağız.
Bunun akabinde eğitim hayatınıza nasıl devam ettiniz?
G.P.: Hocalarımızın bizi devamlı tabirini hiç sevmediğimiz ‘harika çocuklar’ olarak görmesi, beş yaşında girdiğimiz konservatuvarda altı yaşında ilk konserimizi vermemizi ve konservatuvar müdürü Ferdi Statzer’in evimize ders vermeye gelerek kendi himayesi altına almasını sağladı. Annemiz de bu derslerde bizzat bulunur, sonrasında bizi birebir çalıştırır ve gelecek derslere hazırlardı. Kendisinin sonsuz emek ve katkıları ile bize aşıladığı insani değerler, kendisine sonsuz minnettarlığımız ile içimizde devam ediyor. Statzer ve Ankara’da bir yıl boyunca çalışmış olduğumuz Mithat Fenmen, Fransız Ekolü’nün temsilcileri olarak Alfred Cortot’nun öğrencisiydiler. Mithat Fenmen ile çalışırken ilk orkestra konserimizi dokuz yaşında Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile vermiş, Mozart iki piyano konçertosunu icra etmiş, her ikimiz de aynı konserde Debussy ve Ravel’in parçalarını çalmıştık. Hiç unutmam, tam önümüzde oturan İsmet İnönü Paşa ve değerli eşi Mevhibe Hanım’ın derin önemini bilmemize rağmen, o zamanların saflığı ile bugünün tersine heyecan nedir bilmeden çalmıştık konseri. Tek derdimiz, pedallara erişemememizdi…
S.P.: Konserin uzun bir yankısı oldu ve ardından hocalarımızın önerileri doğrultusunda Fransa’ya yönlendirildik. Babamızın Brüksel’de yatılı okumuş olması, bizim de Notre Dame de Sion’da yatılı okumamıza vesile oldu ve 13 yaşında annemiz ile birlikte Paris Konservatuvarı’nda Yvonne Loriod ile çalışmak üzere Fransa’ya gittik. Kendisi önemli bir piyanist olduğu kadar beste de yapardı. Nitekim, eşi Olivier Messian, Fransa’nın en değerli bestecileri arasında yer alır.
Sonrasında da Rudolf Serkin ile tanışarak Amerika’da eğitiminize devam ettiniz. Amerika’da ne tür kazanımlar sağladınız?
S.P.: Dünyanın en önde gelen müzik okulu Curtis Institute Philadelphia’da çalışırken Rudolf Serkin, stilimizi oluşturma yolunda en önemli ilham kaynaklarımızdan biri olmuştur. Solo çalışmalarımıza onunla devam ederken, duo çalışmalarımızı da Mieczysław Horszowski ile yürütüyorduk. Çağımızın bu çok değerli müzisyenleri ile çalışmak bizim için büyük bir ayrıcalıktı ve tümüyle bizi biçimlendirdi.
G.P.: Curtis’ten sonra New York Juilliard adeta bir sanatçı fabrikası idi ve orada bulunmuş olduğumuz için kendimizi çok şanslı hissederdik. Bilindiği gibi, New York dünyanın en kozmopolit, görkemli, hızlı ve ilham verici şehirlerinden biri. Juilliard da bir anlamda New York’un küçük bir sanatsal modeli gibi. Bazen piyano çalışmak yerine, günümüzü ya Lincoln Center’da komşumuz olan New York Philharmonic’in provalarında veya Juilliard’da drama öğrencilerini izlemekle geçirirdik. Onların kendilerini ifade etme şekli ve tekniklerini gözlemler, müziğin bir parçası olduğunu da keşfederdik (nefes analizleri, cümlenin ifade edilirken ortaya çıkardığı yorum farklılıkları gibi değişik paletler bizi coştururdu). Bu arada dünya müziğinden Jazz’a, değişik müzik tarzları New York’un en etkileyici dinamizmiydi. Akşamın yarısını Carnegie Hall, diğer yarısını Metropolitan Operası’nda geçirirdik, çünkü Juilliard öğrencilerini ikinci perdeden itibaren biletsiz alırdı. İki akademi de bizim için müziği her yönü ile içselleştirdiğimiz bir hayat deneyimi idi.