Kardeşi öldükten sonra yeğenine bakan depresif bir adamın etrafında dönen bu Kenneth Lonergan filmi, pratikte bir depresyon ve yası en derinden ve acıklı şekilde anlatıyor. Doğu Sahili'nin kasvetli manzarası, "Manchester by the Sea"deki umutsuzluğun havasını yalnızca yükselterek, sizi annenizi arayıp ağlatacak bir aile portresiyle baş başa bırakıyor. Casey Affleck'in oyunculuğunun da yüreğinize ayrıca dokunacağını söylemeliyiz.
Stephen King romanı uyarlaması olan "The Green Mile", ölüm cezasına çarptırılan yeni mahkum John Coffey'nin hapishaneye gelişiyle başlar. Baş gardiyan Paul Edgecomb, böylesine barışçıl bir adamın böyle bir suçtan nasıl suçlu olabileceğini merak etmeye başlarken, Edgecomb, Coffey'nin gelişiyle tesisteki bir dizi doğaüstü olay arasında bir bağlantı tespit eder. Coffey rolüyle Michael Clarke Duncan ve Edgecomb rolüyle Tom Hanks'in de performansları kalbinizdeki sızıya tuz basacak nitelikte.
Çağan Irmak'ın yazıp yönettiği "Babam ve Oğlum", bir süre hemen herkesin sinema salonundan ağlamaktan kızarmış gözlerle çıkmasına neden oldu. 12 Eylül Darbesi'nde oğlu doğan, ancak doğumda karısını kaybeden Sadık, yıllar sonra oğlu Deniz'i de alıp babasının yanına gider. Bir yandan Sadık ile yıllar önce küstüğü babasının aralarındaki gerginlik devam ederken bir yandan da Deniz, bu yeni hayatına adapte olmaya çalışır. "Babam ve Oğlum"un oyuncuları arasında Fikret Kuşkan, Çetin Tekindor, Hümeyra, Yetkin Dikinciler, Özge Özberk, Şerif Sezer, Binnur Kaya, Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün gibi ünlü isimler bulunuyor.
Evli genç bir kadının, doğum sırasında bebeğinin yıkıcı ölümüyle mücadele etmesini konu alan "Pieces of a Woman", kesinlikle hassas kalplere göre değil. Vanessa Kirby'nin ölçülü ama yürek burkan performansı, filme bir katman daha hüzün ekliyor. "Pieces of a Woman", düşük ve bebek kaybı konularında derinlikli bir diyalog sunuyor.
Tabii ki hüzünlü filmlerin mihenk taşlarından aşk dramalarına da listemizde yer vermek zorundaydık. Hüzünlü bir romantik film dediğimizde de aklımıza gelen ilk iki filmden biri "The Notebook", ikincisi de zaten listemizin kapanış filmi. Ryan Gosling ve Rachel McAdams başrollerindeki bu romantik drama, bir çiftin aşk hikayesiyle ilerleyen gençlik sarhoşluğundan yaşlılığa geçişini konu alıyor.
"İzlerkn kahroldum" cümlesini kurabileceğiniz bir film varsa, o da "Life is Beautiful"dur. Roberto Benigni'nin yönettiği, senaryosunu Vincenzo Cerami ile birlikte yazdığı ve başrolünde herkesi gözyaşına boğduğu "Life Is Beautiful", Yahudi-İtalyan bir babanın, bir toplama kampında hapsedildikleri zaman, oğlunu acımasız dünyalarının soğuk gerçekliğinden koruma arayışını takip ediyor. Trafik ortamına rağmen hikaye anlatımı, hayal gücü, fedakarlık ve güzellikle dolu.
1990'ların ortalarında Ruanda'daki Hutu-Tutsi çatışmasını konu alan "Hptel Rwanda", sizi hıçkırıklara boğacak. Paul Rusesabagina, Rwanda'daki bir otelin müdür olarak, Hutu militanlarından kaçan binden fazla Tutsi mültecisini otelde koruma altına alıyor. Ancak bu durum kendi başının da militanlarla belaya girmesine neden oluyor. Terry George imzalı "Hotel Rwanda"yı izlerken Don Cheadle'ın oyunculuklarına hayran kalmamak mümkün değil.
Bir diğer savaş filmi "Schindler's List", muhtemelen en kült İkinci Dünya Savaşı konulu yapım. Alman işgali altndaki Polonya'da sanayici Oskar Schindler, Naziler tarafından uygulanan zulme tanık olduktan sonra fabrikasında çalışan Yahudi aileleri saklamaya başlar. Steven Spielberg'ün başyapıtlarından kabul edilen ve gerçek bir hikayeye dayanan filmde Liam Neeson, Ralph Fiennes, Caroline Goodall ve Ben Kingsley'nin performansları yoğun övgülerle karşılandı. Gerçek hikayeleri özellikle de bu tür savaş hikayelerini izlemek başlı başına yürek burkan bir deneyim, hele de kırmızı paltolu küçük kızın minik hikayesini izlediğimizde zaten paramparça olmuş oluyoruz.
Meryl Streep'in en ikonik performanslarından birine sahip olan "Sophie's Choice", Polonyalı bir göçmen olan Sophie, sevgilisi Nathan ve genç bir yazar olan Stingo'nun Brooklyn'de birlikte yaşamasını takip ediyor. Yaşadıkları olaylar onları daha da yakınlaştırdıkça, Sophie'nin soykırımdan kurtulan bir kişi olarak trajik arka plan hikayesi ortaya çıkıyor.
Bizi en çok gözyaşına boğan filmler, genelde ölümcül hastalığa yakalanmış karakterlerin hikayeleri oluyor. "The Fault in Our Stars" da tam olarak böyle bir film ve tüm başrollerimiz kanser hastası. İki genç kanser hastası, Amsterdam'da münzevi bir yazarı ziyaret etmek için bir yolculuğa çıkar. İki gencin birbirine aşık olurken, yaşamın ne kadar gelip geçici olduğunu görmek zaten gözyaşları içinde kalmamıza yetiyor.
Düşük IQ'ya sahip bir adam, herkesin yapabileceğini düşündüğünden çok daha fazlasını yaparak hayatında büyük şeyler başarır. Ancak elde ettiği her şeye rağmen, tek gerçek aşkı ondan kaçar. Oscar ödüllü "Forrest Gump", Tom Hanks'e En İyi Erkek Oyuncu, Robert Zemeckis'e En İyi Yönetmen, Eric Roth'a En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini kazandırdı. "Forrest Gump"ın, Tom Hanks'in bu listedeki ikinci filmi olduğunu düşünürsek, kendisinin hüzünlü filmlerde oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
"Requiem for a Dream" yalnızca çok acıklı bir film değil, yanlış zamanda izlerseniz aynı zamanda oldukça travmatize edici bir yapım. Çoğunlukla tüm zamanların en rahatsız edici filmlerinden biri olarak gösterilen Darren Antonofsky'nin "Requiem for a Dream"i, Coney Island'da uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele eden dört kişinin hikayesini anlatıyor. Filmin sinematik ve anlatısal değeri, kişinin bağımlılığının ve gerçekliğin çarpık sınırlarını göstermedeki değeri, karakterlerin mücadeleleri ilerledikçe giderek daha keskin hale geliyor. Her anlamda unutulmaz bir film olan "Requiem for a Dream"de Jared Leto, Jennifer Connelly, Marlon Wayans, Ellen Burstyn, Christopher McDonald ve Louise Lasser gibi isimler yer alıyor.
Bu hikayenin sonunda aşıklardan biri ölüp sevenler ayrılmıyor, tüm bunlar filmin en başında oluyor. Genç bir kadın, yeni kaybettiği kocasının, acısını hafifletmek ve yeni bir hayata başlamak için kendisine düzenli aralıklarla ulaşacak 10 mektup bıraktığını keşfeder. Bir yandan kocasından ona gelen mektuplarla yas tutmayı ve hala kocası yaşıyormuş gibi davranmaya çalışırken, bir yandan da gerçekten mektuplar sayesinde yavaş yavaş yeni bir hayata adapte olduğunu izlemek gerçekten kalplerimizi burkuyor. "P.S. I Love You"nun başrollerinde Hilary Swank, Gerard Butler ve Harry Connick Jr. bulunuyor.
Filmlerde ağlaması yüreğinize en çok dokunan kişisel küçük çocuklarsa "My Girl"de bolca gözyaşı dökeceğinize garanti ederiz. "My Girl"de Anna Chlumsky, annesini kaybeden 11 yaşında küçük Vada'yı canlandırıyor. Babası cenaze levazımatçısı olarak evde çalışan Vada, ölümlü takıntılı hale geliyor. Film, hem yüreğimize bir taş gibi oturuyor hem de kalbimizi ısıtıyor.
En hüzünlü filmler listesinde bir Disney ve Pixar ortak yapımı animasyon filmi görmeyi beklemiyordunuz belki. Ancak aslında çoğu Pixar filmini, bu listeye ekleyebiliriz çünkü izleyicisinin gözyaşlarını nasıl akıtacağını iyi bilen bir yapım şirketinden bahsediyoruz. Pixar animasyonlarında, ne kadar uçuk olursa olsun, bir şekilde mutlaka kendimizle özdeşleştirebileceğimiz, duygusal hikayeler izliyoruz. Bunların en iyi örneklerinden biri de "Inside Out". Bir büyüme hikayesi olan "Inside Out", büyürken bazen bunun sancılarını ve geride bıraktığımız şeylerin kaybını bize hatırlatacak tarzda bir film.
Nazilerin 1939'da Polonya'yı işgali sırasında mücadele eden bir Yahudi piyanist hakkında üç saatlik bir duygu turu olan "The Piyanist", tüm film süresi boyunca hüznü elden bırakmıyor. Soykırım kurtulan gerçek biri tarafından yazılan bir anıya dayanan "The Pianist", tüm zamanların en üzücü filmi bile olabilir. Üstelik Adrien Brody'nin muazzam performansını görüp ağlamayacak pek kişi çıkacağını sanmıyoruz.
Zengin bir genç kadın ile kahyanın oğlu arasındaki, aşk hikayesini konu alıyor. Benzer konulara oldukça aşina bir toplum olarak tam bize göre bir hikaye olduğunu söylemek gerek. Ancak bu hikaye, alışık olduğumuz tarzda mutlu bir hikaye değil, daha çok yürek burkan bir tane. Joe Wright'ın yönettiği "Atonement"ta Keira Knightley ve bu film sayesinde yıldızı parlayan James McAvoy başrolü paylaşıyor.
Bazı büyüme hikayeleri o kadar hüzünlüdür ki zihninize kazınır. Bazıları ise o kadar çarpıcıdır ki hem zihninize hem de kalbinize kazınır. İşte "The Color Purple" da tam olarak böyle bir film. Güneyli bir siyahi kadın, kırk yıl boyunca babasından ve diğerlerinden şiddet gördükten sonra kimliğini bulmak için mücadele ediyor. Whoopi Goldberg'ün, istismardan kaçan Celie'yi canlandırdığı performansı, oyuncunun kariyerin en iyisi olarak değerlendiriliyor.
Bu sefer listemizde bir belgesel var ve daha önce de dediğimiz gibi gerçek hikayeler kadar kalbimize işleyen başka bir şey olamaz. Gabriela Cowperthwaite tarafından yönetilen "Blackfish", çeşitli su eğlence parklarında esir olarak geçirdiği süre boyunca üç kişinin hayatını alan bir orca olan Tilikum'un hikayesini anlatıyor. Bir daha hayvanlı su eğlence parklarına ve akvaryumları gezmenize izin vermeyecek kadar yüreğinize işleyecek bu belgeseli sevenler için 2019 yapımı bol ödüllü "The Cove" belgeselini de mutlaka tavsiye ederiz. İki belgeselin, ikisi de birbirinden hüzünlü ve gerçek.
Listemizin kapanışını en klasikleşmiş hüzünlü filmle yapmak istedik: "Titanic". Kavuşamayan veya engellerle çarpışan aşk hikayelerini ağlaya ağlaya izlesek de kabul etmek gerek ki bu yapımların, kendine özgü bir çekiciliği var. James Cameron'ın yazıp yönettiği ve filmdeki geminin aslına uygun olması için batığına daldığı "Titanic", 17 yaşındaki genç bir aristokrat olan Rose ile yoksul bir ressam olan Jack arasındaki imkansız aşkı anlatıyor. Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet'ın unutulmaz performanslarıyla büyüyen ve gerçek Titanic gemisinin sonu kadar talihsiz ve hüzünlü bir film izliyoruz.