Berin SOMAY – berin.somay@alem.com.tr / Portre fotoğrafı: Ertan DEMİRBİLEK
Koleksiyon sunumlarını belli hikayeler çerçevesinde sanatsal şovlara dönüştüren Başak Cankeş, sanat ve modayı bir bütün olarak görüyor ve ürünlerini diğer sanat dallarıyla destekleyerek kıyafetlere daha güçlü bir anlam ve kimlik kazandırıyor. “Modaya karşı bir manifesto sergilemiyorum. Ben modanın altını dolduran kavramlara ve sunum şekillerine, yaratıcılık kullanılmayan sisteme karşı bir duruş sergiliyorum” diyen Cankeş, iddialı bir prodüksiyon ile hem moda hem de sanatseverlerin karşısına çıkıyor. Kendini bir tasarımcı ya da bir sanatçıdan daha çok, bir hikaye anlatıcısı olarak konumlandıran Başak Cankeş ile bir araya gelerek 24 Ocak’ta Zorlu PSM’de izleyiciyle buluşacak olan ‘The Truth/Gerçek’ adlı performansı üzerine sohbet ettik.
Moda ve sanatı buluşturan işlere imza atıyorsunuz. Bu iki farklı disiplini bir araya getirme fikri nasıl gelişti?
Sorunuza hemen geçmeden önce şunu belirtmeliyim, sanat ve moda benim için birbirinden hiç ayrı şeyler değiller ki buluşsunlar… Modanın alışılagelmiş hatta sıradanlaşmış kalıplar halinde sunulmasına itirazım var. Bir sistemin, sistem grubuna dahil olanlar tarafından dayatıldığı gibi kullanılıyor ve yürütülüyor olması, o sistemin başka şekilde yapılmayacağı anlamını taşımaz. Ben farklı disiplinleri kullanarak moda şovları yapıyorum. Moda tasarımcısı olarak mezun olduğumda defile yapmanın, herkesin bildiği anlamda bir defile yapabilmenin benim için çok büyük bir güzellik olacağını düşünerek mezun oldum. İlk defilemde yaptığım sanatsal içerik ve metaforlar taşıyan giysilerimi 12 dakika içinde moda izleyicisine göstermiş bulundum. O anda dünyanın en mutlu insanıydım ama bir şeyin yanlış olduğu hissini de içimden atamamıştım. Aklıma gelen farklı fikirler, bu fikirleri beraber yapabileceğim insanları aramaya başlamamı beraberinde getirdi. En önemlisi de koleksiyonlarımı modelleri düz bir podyumda yürüterek sunmak istemiyordum. Hikayelerim gelişti... Mesela “Salvador Dali Osmanlı’da yaşasaydı nasıl minyatür çizerdi acaba?” gibi düşüncelerimi koleksiyonlara aktarmaya başladım. Mesela bundan yola çıkarak altı tane minyatür sanatçısına (kendim de minyatür dersi alarak dahil oldum) minyatür çizdirdim ve bunları geleneksel Türk yorganlarına dijital baskıyla basarak duvara asılan yorgan tabloların yanında, mankenlere giydirerek sundum. Artık mankenler sabitti ve sunumda koku, dans, heykel, sanat, enstalasyon gibi kavramları bir araya getirme hali beni ancak doyurmuştu. Sonrasında sevgili Ali Güreli ve Contemporary Istanbul jürisi ile tanışmış olduk ve fuara girişim ilk olarak bu yorganlar ile başladı. Şimdi bu yolculuğuma ne tek başına moda, ne tek başına performans, ne de tek başına sanat diyebiliyorum. Aynı zamanda şunu da çok sık düşünür oldum: Yeni dünya düzeni hızlı tüketim alışkanlığını da beraberinde getirdi. İnsanlar kendilerini kötü hissettiğinde sosyal medyadaki rol modellerinin bir kıyafetini ya da bir objesini satın alarak aynı ruh haline bürünecekleri duygusuyla yanılıyorlar. İki gün sonra görüyoruz ki sosyal medya araçlarının da yardımıyla ‘mutluyu oynayan kadın’ aslında mutlu değilmiş. Kendisini kötü hisseden bir kadına ne giydirseniz olmaz ama günümüz tüketim kalıpları böyle hissetmemizi sağlıyor. Kendimize yalan söylüyoruz. Kadının önce ruhunu giydirmek istiyorum. Ruhumuzu olgunlaştırmanın tek yolu da sanattan geçiyor. Ürünlerimi diğer sanat dallarıyla desteklediğimde kıyafetim daha güçlü bir anlam ve kimlik kazanıyor.
Üç yıldır Contemporary Istanbul’a da katılıyorsunuz. Kendinizi modaya mı yoksa sanata mı daha yakın hissediyorsunuz?
Diğer sanat dallarını da kullanarak derdimi kıyafet üzerinde anlamlandırmaya çalışıyorum. Bunun adı da ‘giyilebilir sanat’ oluyor doğal olarak. Yoksa kumaş üzerine sanat eserini yerleştirmek değil giyilebilir sanat. Yaptığım sunum şekillerinin ise illa bir başlığı olacaksa bu isim ‘Teatral Moda Performansı’ olabilir. Sanırım sanata çok daha yakınım. Benim moda şovlarına anlam katmak, modanın hızı, sezon dayatması, fuar dayatması, alıcı dayatması ya da ‘bu ürün satmaz’ durumlarına karşı bir derdim var. Amacım bu dayatmaları esnetmek. Bunu yaparken de sanattan yola çıkıyorum. Tüm ekibim böyle yapıyor ve zaten böyle düşünen kişilerden oluşuyor. Bana moda tasarımcısı denmesinden gocunmam ama ana faaliyet alanımın hala moda olduğu gerçeğini de inkar edemem. Modaya karşı bir manifesto sergilemiyorum. Ben modanın altını dolduran kavramlara ve sunum şekillerine, yaratıcılık kullanılmayan sisteme karşı bir duruş sergiliyorum. Birleştirmenin, yaratıcılığın, heyecanın ve tüm bunlardan ötürü iyi ve en önemlisi kopya çekilmemiş özgün bir iş çıkarmanın yarattığı sevgi enerjisinin peşindeyim.
Peki giyilebilir sanata nasıl yöneldiniz? İlk giyilebilir sanat koleksiyonunuz ne zaman ortaya çıktı?
2015 yılında Mercedes-Benz Fashion Week Istanbul’da sunduğum, Murathan Özbek’in fotoğraf serisini Fırat Neziroğlu’na dokutturup bunları kıyafetlerle harmanlayıp ayrıca fotoğraflardaki öğeleri kıyafetin konstrüksiyonuna yansıtmıştım. Kendi desenlerimi de fotoğrafların zemininde kullandım. Bu koleksiyon Akdeniz Moda Ödülleri ve Yota Prize Londra ödülüne layık görüldü.
Koleksiyon sunumlarınızı sanatsal gösterilere dönüştürüyorsunuz. Şimdiyse inovatif moda, performans sanatı ve el sanatlarını harmanladığınız The Truth adlı performans şovuna hazırlanıyorsunuz. İzleyiciyi nasıl bir şov bekliyor?
Sanat meraklıları daha önce izlemedikleri disiplinlerarası bir yolculuğa çıkacaklar. Onlar için yarattığım giysiler teatral performansın bir parçası gibi gözükecek. Moda meraklıları ise sadece kıyafet görmeye gelmemeleri gereken bir şov olduğunu zaten artık biliyor olmalılar. Zamansız ve akımlara uymayan giysiler ile moda algılarını belki yeniden gözden geçirecekler. İlk defa her şeyin tersten başladığı ve birebir izleyicinin içinde bulunacağı bir saatlik bir süreç yaşayacaklar. İzleyenlere minik bir ‘Stendhal Sendromu’ yaşatacağımızı düşünüyorum.