Bazen bir sanat eserini ilk kez gördüğünüzde, bir anda geçmişin, şimdinin ve geleceğin sınırları kaybolur, başka bir dünyanın kapıları aralanır. Ardan Özmenoğlu'nun özgün malzemelerle ve renklerle yarattığı eserler de görsel şölenden daha fazlasını vadediyor. Kendine has stiliyle ürettiği eserlerinde, malzemenin beraberinde getirdiği anlam yükü ile beraber; kültürel tarih ve gündelik hayatın üst üste bindiği ifade biçimlerini yorumlayan Özmenoğlu, post-modern dünyada sanatı ile büyük izler bırakıyor. Hem basit hem karmaşık konuları; eğlenceli, neşeli, ironik bir şekilde ele alan Özmenoğlu sanatının sınırlarını zorlarken, izleyiciyi bir rüyadaymış gibi hissettiriyor. Renkli dünyasına dahil olduğumuz Özmenoğlu ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Elbette sanat, içsel dünyamızı dışa vurduğumuz en güvenli oyun alanıdır. İçsel dünyamda dönüşüm içinde olduğumu söyleyebilirim; bu da üretimlerimin dilinden anlaşılıyor sanırım. Anna Laudel Gallery'deki son sergimde ağaçların neler fısıldadığını düşündüm, o düşünceler beni ağaç topluluklarının içsel dünyasına çekti. Bu dönem en çok ağaçları düşünerek onlar gibi yaşamamız gerektiğini düşünüyorum, nezaketli ve bir arada.
Ankara'nın puslu havası ve bürokratik ruhu yaratıcılığıma her zaman iyi etki etmiştir. Çocukluğum ve anılarımın olduğu yumuşacık bir gri tonudur Ankara benim için. Hikayenin başlangıcı olan kentlerin büyüsü hiç bozulmaz. Bugün de hem Siyah Beyaz Galeri ile yıllardır süregelen iş birliğim ve dostluğum hem de mezun olduğum Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde verdiğim dersler dolayısıyla yaşantımda önemli bir yeri var.
Motivasyondan ziyade bunu varoluşsal bir ihtiyaç olarak ifade edeceğim. Ruhun zamanla değişmeyen, zayıflamayan bir gereği.
Zenginleştirdi. Dünyanın farklı coğrafyalarında açtığım sergilerde, bambaşka kültürlere sanatımı anlatmak, sanatla köprüler kurmak muazzam bir his. Sanatın insanları birleştirici bir yönü var. Sizin ürettiğiniz yapıtla ilgili hissettiğiniz bir hikaye var, başka bir kültürden izleyen bir sanatsever onu bambaşka bir hikayeye dönüştürebiliyor zihninde. Hikayeler çoğalıyor ve birbirine karışıyor. Sanatın büyüsü de burada çalışmaya başlıyor.
Bugün geçmişe dönüp ürettiğim yapıtlara baktığımda her birinin o kadar özel anlara işaret ettiğini görmek beni çok mutlu ediyor. Sanatçı üretimleriyle iz bırakıyor gibi geliyor bana. Bıraktığım izleri takip ederek geçmişe dönüp bakabilmek, oradaki Ardan ile yeniden buluşabilmek, sanatla zihnimin izleğini takip edebilmek elbette çok kıymetli.
Aslında hepimiz ortak bir hikayenin parçasıyız, kendi hikayemiz diye bir şey yok olamaz da. Ağaçlar gibi, nezaketli bir bütünlük içindeyiz, ben, sen ve öteki diye ayrılan ağaçlar hep toprak altından birbirlerini besliyorlar, ortak bir döngünün parçası olarak yaşıyorlar. Yaratıcılığımın içsel dünyamdan beslendiği kadar, dışsal dünyadan da beslendiğini söyleyebilirim.
Günlük eğlence biçimleri, filmler, müzikler, toplumsal değerleri, inançları ve normları nasıl yansıttığını veya etkilediğini sorgulamak çok küçük yaştan beri içine dalıp dalıp yüzdüğüm kocaman bir havuz gibi. Popüler kültür; kimlik, ahlak ve güç gibi konularda ideolojiyi şekillendirebiliyor, ben de bu kültürün dilini kullanarak ürettiğim yapıtlar sayesinde kendi dilimi dahil etmiş oluyorum.
Neon aslında dükkanların levhalarını aydınlatmak için kullanılan bir malzemeyken, güncel sanatta oldukça yaygın kullanılan bir malzeme türü haline geldi. Hem neonun kullanım alanlarıyla kurduğu kültürel bağ hem de ifade ediş biçimime verdiği etki açısından sanatsal pratiğimde önemli bir yeri var.
Unutmak istemediklerimizi, üzerine yazıp bir yerlere yapıştırdığımız sonra da çöpe attığımız o küçük post-it kağıtlar ile başladı her şey. Her şeyin hızla değiştiği, durağan olanın silikleştiği bir dünya düzeninde, hatırlamak pek de kolay bir zihinsel eylem olamıyor artık. Post-it'ler gibi bazen bir an, bir his ya da bir fikir insana kısa süreliğine yapışır, sonra da ilk esen rüzgarla uçar gider.
Renk, dünyaya daha karmaşık ve açık uçlu bir bakış açısı olan çeşitliliği vurgular. Yaşadığımız dünya değil, kendi içimizde yarattığımız dünya. Dünyam rengarenk, sürekli hareket ve değişim içerisinde, sanatım da öyle.
Anılarımın ve duygularımın bana rüyalarımda yansımasına bakarak oluşturuyorum.
Çevremdeki her şeyden, bir çiçeğin kokusundan, bir bulutun geçişinden, bir kuşun uğultusundan ilham alıyorum. Bunların hepsi, hakkında çok az şey bildiğimiz büyük bir hayalin detaylarıdır. Rüya içinde rüya, göremediğimiz ama gerçeği bıraktığımızda hissettiğimiz bir rüya.
Sürekli bir yaratma süreci içindeyim, inanın bana, bu ne duruyor ne de başlıyor. Her zaman öyledir.
Aramayarak buluyorum.
Hayır, hiçbir konuda kaygı taşımıyorum; ne kendi bedenimde ne zihnimde ne de üretimlerimde.
Ben lehçeye odaklanıyorum ve metaforların anlamları arasındaki mesafeyle küresel bir perspektifle oynuyorum. Geleneksel sembolleri kullanıyorum ama onları küresel ölçeğe taşıyorum ve köprü büyüdükçe sanat da katmanlar halinde büyüyor. Bu şekilde mesaj, sabit, somut, hareketsiz bir durumdan ziyade, kültürler arasında sürekli bir akış halinde oluyor.
Deniz gibi, dikey değil yatay bir şekilde evrimleşti. Deniz bazen düz ve cam gibi olurken bazen de kıyıya yayılan hafif dalgalar olabiliyor. Denizin birçok farklı iletişim yolu vardır ama hiçbiri diğerinin üstünde değildir, hepsi eşit derecede tuzludur.
Birhan Keskin'in "İz" şiirini çok severim.
Yeniköy İstanbul'un en eski semtlerinden biri. Buradaki esnafın, manavın, kasabın mahalle ortamı insan yaşamları ve hikayeleri, her mahalle gibi eşsiz. Yeniköy atölyem aynı zamanda evim ve sadece benim değil anneannemin eviydi. Dolayısıyla sadece semtle değil yaşadığım ve ürettiğim bu evin de bana sanat yolculuğumda etkisi şüphesiz ki var.
Atölyem oldukça renkli, hem düşündüğüm ve ürettiğim hem arkadaşlarımla bir araya geldiğim hem de rüyalarımı gördüğüm sihirli mekanım diyebilirim.
Benim hissettiğim hikayeye onlar kendi hisleriyle bakıyorlar ve ortaya ortak bir hikaye çıkıyor. Yapıt izleyici ile buluşunca tamamlanıyor, hayallerimi hissettirmek ve onlarla yaşamak...
İnsan gelişiminin en yüksek seviyesi, saf sevgi halinde aradığımız, aldığımız, yarattığımız ve yaşadığımız nokta.
Az önce de bahsettiğim gibi ortak bir dil gelişiyor izleyici ile aranızda. Bu ortak dil, ortak hayaller ve ortak bir rüya gibi yaşanabiliyor.
Ağaçlar, insanlar gibi birer topluluk ve onların da bir yaşam tarzı var. Ben ağaçlardan çok şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum, onları yakından inceliyorum. Dünyanın farklı yerlerinde farklı renklerde ağaçlara rastladım; büyülendim, her birinin yaşamı, alışkanlıkları, aldığı ve verdiği bambaşkaydı.
Hayatta karşılaştığım her olumsuzluğa karşı tavrım yeni bir sanat eseri üzerine düşünmekten geçiyor. Ürettikçe olumsuzluklar yok oluyor, dünyamı sadece yaratıcılığım kaplıyor.
Saf sevgiyi görmek, almak ve vermek, günlük hayatımın yaratıcı süreçten yararlanmama yardımcı olan tek rutini.
Üstesinden gelmiyorum, ona tutunuyorum, ona değer veriyorum. Bu, yaratıcı sürecin çok önemli bir parçası ama harika dostlarım ve arkadaş çevrem, yaratıcı süreçten sonra kutlamak için her zaman oradadır.
Sanata teslim olmak.
Dünyanın her yerinde, Cenevre'de, New York'ta, Miami'de, Düsseldorf'ta pek çok sergim oldu ve hepsinde uluslararası izleyicilerin gözlerinde bir merak duygusu olduğunu görüyorum. Gittikçe daha fazla gelişmeme yardımcı olan bir merak...
Her toplumda, her zamanda ve her paralelde bir ihtiyaçtır.
Teknolojinin geleceğinde sanatın daha önemli bir rolü olacak. Yapay zeka robotlarının sanat yaratması teknolojik bir ilerleme olarak görülebileceğinden, robotların sadece insan zihninin yaratıcı sürecini taklit ettiğini, yaratmadığını unutmamalıyız.
Sanatçı olmadığım bir dünya düşünemiyorum. Her dünyada, her yaşamda ve zamanda sanatçı olurdum.
Yine mi güzeliz, yine mi çiçek.
Röportaj: Kübra BIÇAK
Fotoğraflar: Nihat ODABAŞI
Styling: Ahmet Ferit AKGÜN
Saç: Diyar ŞEKEL
Makyaj: Akın SERT
Fotoğraf asistanları: Peker DOĞRU, Özkan YILDIRIM
Mekan için Anna Laudel Galeri'ye teşekkür ederiz.