19. yüzyılın ortalarından beri düzenlenen bir dünya fuarı olan Expo 2015 bu sene Milano’da gerçekleşti. 6 ay boyunca Türkiye’nin güzellikleri, tarihi ve kültürünün taşındığı fuara 143 ülke katıldı. Türkiye pavyonu 19.7 milyon kişi tarafından ziyaret edildi.Türkiye’nin son anda fuara katılmaya karar vermesi ile birlikte kısa zamanda büyük bir özveri ile DDF (Dream Design Factory) olarak büyük iş başardılar. Milano’ya küçük bir Türkiye kurarak milyonlarca kişiye ulaşan DDF’in ortakları Arhan Kayar ve Doğan Ekmekçi ile başarılı geçen fuarın ardından Expo Milan'ı konuştuk.
Dünyanın katıldığı Expo Milan 2015’in ana teması neydi?
Arhan KAYAR: Expo Milan’ın dünya teması ' Gezegeni beslemek geleceğin enerjisini sağlamak.' Biz de bu temaya uygun bir yol belirledik. “Geleceğin gıdası için tarihin irdelenmesi.” cümlesini tema olarak belirledik. Bu proje Ekonomi Bakanlığı'nın yürüttüğü bir projeydi. Projenin temel hatlarına onlar karar verdi biz de işin artistik ve tasarım yönünü üstlendik. Tasarımı, imalatı, kurulumu, işletmesi ve sökümüne kadar sorumluluk aldık.
Görev paylaşımınız nasıl oldu?
A.K: Projenin Yaratıcı Direktörlüğünü ben yürüttüm, Doğan Ekmekçi’de imalatı, işletmesi ve sökümünü yönetti. Türkiye fuara girme kararını geç aldı. Türkiye’nin geç katılmasının hem avantajı hem dezavantajı oldu. Bütün ülkelerin projelerini görme şansımız oldu. Expo ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde gerçekleşeceği için sıcak bir ortam bizi bekliyordu. Geleceğin enerjisinin nasıl sağlanacağı da işlendiği için enerji kısıtlaması vardı. Her ülkenin limitli bir enerji kullanımı olması gerekiyordu. Biz de projeyi yarı açık bir alan olarak kurmaya karar verdik.
Diğer ülke pavyonları kapalı mıydı?
Doğan EKMEKÇİ: Evet, bu sebeple yaz aylarında kapalı pavyonların çok avantajlı olmadığının farkına vardık. İnsanlar dışarıda beklerken bizim alanımıza geliyorlardı. Geleneksel Türk konukseverliğini yaşatan bir pavyon oldu.
Proje ne büyüklükte bir alana yayıldı?
D.E: 4.170 metrekare alan üzerinde açık, yarı açık ve kapalı olmak üzere 3 ana bölümden ve birbirinden farklı 7 yarı açık hazneden oluştu. 7 yarı açık hazneden 5’inde tema-odaklı sergi ve etkinlikler gerçekleşti, geri kalan haznelerden birini Türk restoranı, diğerini ise hediyelik eşya alanı olarak kullandık. Pavyonumuzun içindeki haznelerin bir kısmını metal kafesler şeklinde oluşturduk, bir kısmını seramik kapladık bir tanesini özellikle kerpiç kapladık ki o, Anadolu’daki yaşamı ve buğdayı anlatıyor.
Çıkış noktalarınız neler oldu alanı yaratırken?
A.K: Tematik olarak ilk yerleşime baktığımızda karşımıza Göbeklitepe çıkıyor. Dünyanın ilk tapınağı, ilk yerleşik toplumu dolayısı ile ilk tarım toplumunu orada görüyoruz. Yeme- içme kültüründe ilk ürün avcılıktan sonra buğday ile başlıyor. Oranın öyküsünden başlayarak Osmanlı’ya saraya gelen, saraydan da bugüne gelen bir tema işledik. Bizim için sunma hareketi çok önemliydi. Şükretmek, tutmak, taşımak, korumak, bugüne taşımak ifadelerini içeren bir figür seçtik. İki elin birbirinin yanına koyarak avuçların çukur olduğu bir figür kullandık. Çömlekler, anforalar bizim için önemliydi. Binamızı yaparken içinde yer alan çeşitli sergi alanlarında anforalardan, saklama kaplarından hazneler oluşturduk.
D.E: Göbeklitepe’nin birebir similasyonunu yaptık. Maket şeklinde yer aldı. İki büyük sergi götürdük bir tanesi Marmaray inşaatı sırasında ortaya çıkan ürünlerin sergisi bir diğeri Açık Hava Müzesi Anadolu sergisi. Bu sergiler videolar ile desteklendi.
Yazar Artun Ünsal’ın destek verdiği bölüm hangisi oldu?
A.K: Artun Ünsal’ın seçtiği tabletler kerpiç haznenin dışında sergilendi. Tabletlerde Anadolu’da buğdayın ve ekmeğin öyküsünü anlatan tasvirler bulunuyordu. Haznenin içinde de çağdaş sanat sergisine yer verdik. Yemek ve sanat adlı bir temadan yola çıkıldı. Gaziantep yemek kültürünü ele alan bir sergimiz vardı. Bakır yemek kaplarını anlatıyordu. O sergiyi de Emine Göğüş Mutfak Müzesi’nden getirttik. Gaziantep Unesco’nun gurme kentler değerlendirmesine aday bu sebeple Gaziantap’e yer vermek istedik.
Konferans ve etkinlikler hangi alanda gerçekleşti?
D.E: Simgesel bir amfitiyatronun olduğu bölümümüz vardı. Etkinlikler ve konferanslar orada gerçekleşti. Türkiye’den birçok değerli isim oraya geldi. O bölümde bir Beypazarı evi yer aldı. İçine girdiğinizde kahve sergisi yer alıyordu. Nihal-Murat Sungur çiftinin özel bir koleksiyonu da burada yer aldı. Osmanlı padişahları için özel olarak Avrupa’da üretilen fincanların sergisiydi. Çok büyük ilgi gördü. Saraylardaki minyatürlerin detaylarından oluşan bir video odamız vardı. Konukların ağırlandığı, toplantıların yapıldığı V.I.P bir odamız da vardı o bölüm Türk Deri Tanıtım Grubu’nun ürünlerinden yapılmış bir sistemdi. Toplamda değişik bir kompleks oluştu.
Girişte bir çeşm-i bülbül’e yer verdiniz ondan bahseder misiniz?
A.E: Girişimizde kültürümüzde yeri olan çeşm-i bülbül’den esinlendik. Gülabdan denilen bir çeşm-i bülbülden yola çıkıldı, gül suyunu saklamak için yapılmış bir formdur, bu formu mimarinin içine soktuk. Tematik olarak da girişte kule gibi yer alan bir sergi alanı yarattık. Mimar Sinan Üniversitesi öğrencileri çeşm-i bülbülün geleceği isimli bir çalışma gerçekleştirdiler orada ona yer verdik. Giriş ünitemiz çini kaplıydı. Expo’yu gezen herkes gittiği pavyonlarda gittiği ülkenin vizesi gibi sembolik bir damga bastırıyordu. Bizde giriş bölgesinde damgamızı basarak karşılıyorduk misafirlerimizi.
Giriş bölümünüzdeki hazneden daha detaylı bahseder misiniz?
A.K: Projenin mimari tasarımını Urastudio ile birlikte gerçekleştirdik. Giriş bölümünde ‘Tarım ve İnsan’ adlı Tarım Bakanlığı’nın yaptığı bir fotoğraf yarışmasının video editing’i yer aldı. Biliyorsunuz Antalya’da botanik expo’su yapılacak 2016’da, onun tanıtımı yer aldı. İpek Yolu sergimiz vardı. İpek Yolu çok önemli bir unsur doğu ile batının bir araya geldiği en önemli ticaret yolu aynı zamanda gıdaların değiştiği, şifalı bitkilerden, baharatlardan yeni yeni sentezlerin ortaya çıktığı ve geliştiği yeni bir alan. Tohum Paylaşan Eller adlı enstalasyon çalışmalarının yer aldığı bir bölümümüz vardı. Orada Türkiye’nin özel tohumlarını ziyaretçilerimizle paylaştık. Ziyaretçiler tohumlara dokunarak, koklayarak inceleyebildiler, istedikleri tohumları da alıp götürdüler. Paylaşmak adına güzel bir alandı. Kültür koridoru adını verdiğimiz bir koridordan geçiyorsunuz ama koridorun üstü açık, üzerinde metal bir kafes var, o kafes Selçuklu deseninin modernize edilmesi ile yapıldı. Taşıyıcı bütün unsurlarımız tematikti.
D.E: Kültür ağacı adında bir kolonumuz vardı çatıyı taşıyordu. Değişik kültürler Türkiye’nin çatısını taşıyor diye bir tema işlenmiş oldu. Kervansaray’dan yola çıkarak tasarladığımız içinde büyük bir avlusu olan konukları ağırlama bölümü vardı. Geleneksel çınar ağaçlarının altında çay içilen bir bölümümüz de vardı. Konukseverlik alanı dediğimiz bir alan da şadırvanın yer aldığı bölümdü misafirler orada serinlediler.
Konseptinizi “nar” seçtiniz nedeni neydi?
A.K: Temamız, 12 bin yıllık tarihin getirdiği öğretinin ve deneyimlerin odağından hareketle, bereketin sembolü “Nar” ile temsil edillerek ve somutlaştı. Türkiye’nin tarımdaki zenginliklerinden biri olan “Nar” özünde birlik içinde farklılığı, farklılığın zenginliğini simgeler. “Nar” hem tek, hem de çoktur; tüm dünyada bereketin ve bolluğun simgesi. İnsanlık tarihi boyunca “Nar”, pek çok din ve kültürde olumlu anlamda yer edinmiş bir figür. Nar tüm değerlerimizi teker teker ve bütün olarak içinde barındırır ve doğası gereği, açıldığında dünya ile paylaşıma hazırdır.
D.E: Orada nar ağaçları ektik, o ağaçlar orada yaşadılar. Nar açtılar. Avlumuzun ortasına da çınarlar diktik. Çınar hem Türk kültürünü hem de insanların bir araya gelmesini simgeliyor. Çınar altı kültürünü pek çok yerde görüyoruz Beyazıt’ta, Bursa’da bütün şehir ve kasabalarımızda bir toplanma yeri olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye pavyonu hangi saat aralıklarında açıktı?
D.E: Sabah 10’dan gece 23’e kadar açıktı. Günde otuz binin üzerinde ziyaretçimiz vardı. Belli saatlerde Türkiye’ye özgü değişik ürünler tanıtıldı. Türk şekeri, narenciyesi, fındığı gibi değişik ürünlerimizin tanıtımı oldu. Çeşitli workshop’lar yer aldı. Her alanda İngilizce ve İtalyanca bilen konularına hakim çalışanlarımız vardı. Bir kısım ekip arkadaşımızı İtalya’da okuyan Türk öğrencilerden seçtik. Türk kahvesinin başında duran arkadaşımız tezini kahvesi üzerine yapmıştı.
Markalar yer aldı mı?
A.K: İndirekt olarak yer almış oldu. Kahve pişirme aletinden tutun cam kaplara değişik firmaların ihraç ürünlerini kullandık. Elimizden geldiğince Avrupa topluluğunun içine girebilecek tüketim ürünlerini tercih ettik. Her değişik ihraç grubuna yaklaşık 15’er günlük tanıtımlar yapıldı.
Pavyonun yapım süreci ile ilgili neler söylersiniz?
D.E: Hayata geçirmek için kısa bir zamanımız vardı. Orayı teslim aldığımızda sadece boş bir araziydi. Temeli, altyapısı, elektiriği, suyu tamamen sıfırdan yapılıyor. Üç ay çok yoğun bir çalışma gerçekleşti. Oradaki bütün malzemeler bitiminde geri dönüşüme gidiyor. Düz bir toprak olarak aldığınız araziyi yine aynı şekilde teslim ediyorsunuz. İlk temel atmaya gittiğimizde yanımızdaki Japonya pavyonu camlarını siliyordu. Bir diğeri ses düzenini yapıyordu. Biz yeni başlıyorduk. Bu duruma rağmen Rusya ve Çin’den önce bitirmiştik. Bugünlerde sergileri söküyoruz. Bütün ülkeler aynı şekilde çalışıyor sadece expo sahibinin yaptığı yapı kalıyor. Expo’nun simgesi olan bir kule inşa ediliyor.
A.K: Eyfel Kulesi’de bir expo ürünü. Şimdi Şangay’da bir expo müzesi kuruyorlar orası için bizim expo’muzun maketini gönderiyoruz. Maketimiz orada kalıcı olarak sergilenecek.
Yaratım aşamasında nasıl çalıştınız?
A.K: Ana tema belirlenmişti, çok kısa sürede bir danışmanlar kurulu oluşturduk. Standart bir fuar değil expo, biz de Show business gibi düşündük.
Dış alanda neler yaptınız?
D.E: Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için dışarıya minik havuzlar yerleştirdik. Yeşil alanla çevirdik. Temmuz, ağustosta insanlar çimlere uzandılar, minik su havuzlarına ayaklarını sokarak serinlediler. Ailece çimlerde fotoğraf çektirdiler. Büyük bir sahnemiz vardı. Çok aktiftik.
Bu süreç boyunca orada mıydınız?
D.E: Orada kalıcı bir ekip kurduk. Buradan götürdüğümüz ve orada organize ettiğimiz bir ekip oldu. İmalat aşamasında hep oradaydık. Bütün önemli etkinliklerde oradaydık.
A.K: 27 defa Milano’ya gitmişim fuar süresince. Baktığınızda her hafta gitmişim. Türkiye’den üreticileri götürdük hem de İtalya’daki pek çok farklı üreticiyi bir araya getirdik.
Diğer ülkelerin pavyonlarını da gezdiniz genel bir karşılaştırma yaptığınızda neler söylersiniz?
A.K: Uzun bir koridor düşünün sağlı sollu pavyonlar yer alıyor. Türkiye bu anlamda farklı konumlanmıştı. Pavyonların çoğunun tek bir giriş kapısı vardı ve içeriye belli sayıda kişi alabiliyorlardı. Diyelimki 40 kişi alıyorlar içeride tanıtımlar bittikten sonra diğer 40 kişiyi alabiliyorlardı. Bu yüzden kapılarda sürekli olarak bekleyen insanlar vardı. Bizimkinde hem bir konukseverlik alanı vardı hem de gezebilecekleri farklı sergi alanları için farklı girişler vardı. Çocukların bölümünde nario adlı bir oyunumuz vardı, çocuklar oynarken ebeveynler Kahve Sergisi'ni gezebiliyordu. Bizim pavyonumuz bu avantaj sebebi ile insanların daha fazla kaldığı bir alan oldu aynı zamanda daha çok kişi ziyaret edebildi. Biz insana önem verdik. Sanal bir dünyada yaşıyoruz, her şeyi artık ekranda görüyoruz. Biz insanların dokunabilecekleri hizmetler sunduk. Burada yemek yediler, sunulan yemeğe göre bilgilendiler, daha interaktif, 3 mevsimin yaşanabildiği bir alan oldu. Her ülke çok ciddi hazırlanmıştı.
D.E: Kerpiç evi yaptırmak için Yozgat’ta ustalar getirdik. Kimyasal maddelerden ziyade her ayrıntının doğal olmasını istedik. Onlar da özveri ile çalıştılar ve İtalya’yı görmekten çok mutlu oldular.
Kıskandığınız bir ülke oldu mu?
A.K: Sadece zamansal olarak rahat rahat kuranları kıskandık diyebiliriz.
D.E: Projeye başladığınızda üç ay boyunca orayı yaşatacak bir sistem kurulması gerekiyor. Tematik günlerin etkinlikleri, atölye ve konferansları hazır olmalı. Bir sene önceden bilen ülkeler vardı. Çok geç başlamamıza rağmen maskotumuzdan video oyununa, sosyal medyamızdan çay içecekleri alana kadar tamamlamıştık. Çınar ağacı diktik diyoruz. Her bir çınarın boyu 15 metreydi, onları oraya taşıyıp dikmenin yanı sıra fuar sürecinde yaşamaları gerekiyordu.
Komşu ülkeler kimlerdi?
D.E: Bir komşumuz Amerika bir diğeri Japonya az ileride Rusya ve Katar vardı. Değişik bir ambiyans içindeydik o ülkeleri ziyaret eden önemli kişiler bizi de ziyaret etti.
Yeme-içme alanındaki faaliyetleri anlatır mısınız?
A.K: Buğday, baklava, balık, kahve gibi tematik ürünleri tanıtırken yapılan ikramlarımız ücretsizdi. Bir yandan da gerçek servis veren bir restoranımız vardı. O restoran zaten expo’nun bizi zorunlu tuttuğu bir restorandı. Tüm gün süren bir aktivite olduğu için Türk yemeklerinin de servis ediliyor olması gerekiyordu. Tanıtım temasına göre yemeklerimizi şekillendirdik. Bir hafta yediğiniz yemeğin aynısını bir sonraki hafta yemiyordunuz hep bir çeşitlilik vardı.
D.E: Bir günde gezilebilecek bir alan olmadığı için tekrar gelen ziyaretçiler farklı lezzetler buldular. Expo giriş fiyatlarını akşam 6’dan sonra düşürdüğü için yemek yemeğe gelen pek çok Milanolu vardı. Bütün dünya mutfakları oradaydı.
Gözlemlerinize göre Türk pavyonuna ilgi nasıldı?
A.K: Gerçekten büyük bir ilgi vardı. İlk iki aydan sonra İtalyan ve dünya basınında çıkan haberlerde Türkiye geniş yer aldığı için oraya gelerek Türk kahvesi içebileceklerini biliyorlardı. Gelenler “Tohumlar varmış nerede, görebilir miyiz? diye soruyorlardı. Tematik alanlara ilgi büyüktü.
D.E: Expo’nun Başkanı açık alan kullanımının avantajlarını görerek “Türkiye expo’ya bir şey daha kattı, daha çok açık alan kıllanmamız gerekiyor.” dedi. Gelen ziyaretçi çok bilinçliydi, bilgileri mutlak okuyorlardı.
Röportaj: Petek KIRBOĞA
Fotoğraflar: Ertan DEMİRBİLEK