Kültür mirası dediğimizde benim anladığım bizden sonraki nesillere onları aldığımız gibi bırakmaktır. Yüzyıllar önce yapılmış her yapının bir hikayeyle başlayıp bizlere ulaşması gibi; bazıları ayakta kalmış bazıları ise perişan bir şekilde kaderine terk edilmiş ve sadece isimleri ve hikayeleri kalmış. Küçüklüğümde dar sokaklarda yürüdüğümde yerde Arnavut taşları, duvarlarda ise heybetli mimarisiyle büyük kesme taşlar, kilit taşları, pencerelere ise işlenen motiflere ise hep hayran kalmışımdır. Acaba o usta taşlara yorum katarken ne düşündü? Onlarla hangi türküleri söyledi? Taşı nasıl sevdi? Mesleğe nasıl başladı hep merak etmişimdir.
Bir bursa yolculuğunda geçerken karşılaştığım 25 yıldır boş duran kaderine terk edilmiş bir yapı ile göz göze geldim. Yanına gittiğimde büyük bir taşa dokunduğumu hatırlıyorum. O bina 1852 yılında yapılan, evlere ve saraylara ev sahipliği yapmış ipek halı ve kumaş üretmek amacıyla kurulan, Türkiye’nin ilk ipek fabrikası Fabrika-ı Hümayun idi. Bana göre tarihe tanıklık yapmış bir çınar ağacı.
1999 yılında kurduğum Faruk Saraç Moda ve Sanat Vakfı’nın, böyle bir yapıyı tekrar yaşayan bir yapı haline getirmek için bütün restorasyonu üstlenmesi ve binanın küllerinden yeniden doğduğunu görmek bana ayrı bir heyecan kattı. Türkiye’nin ilk ipek fabrikasının, Türkiye’nin ilk tasarım meslek yüksekokulu olması, bizlerin geleceği olan gençlere sunulması beni çok mutlu ediyor. Hani büyük bir taştan bahsetmiştim ya şimdi o taşın üzerine şöyle yazdım;
“Sonsuzluktur insan,
Yeteneklerinin, isteklerinin, yapabileceklerinin sınırı olmayan.
Akıldır insan,
Soran, arayan keşfeden ve ulaşan.”
Her sabah okula giriş ve çıkışta öğrenciler bu yazı ile karşılaşıyor. Dokunduğum bir taştan güzel bir okul yarattığım için çok mutluyum.
Sonsuza kadar bıraktıklarımız bizlerle hatırlanacaktır.
Bursa’dan önce hep hayalimdi, İstanbul’da bir müze ve moda okulu açmak. Ne zaman bir eski yapı görsem muhakkak bakmak ve incelemek isterim. Hangi tarzda yapılmış, neler kullanılmış, detayları ve hikayeleri hep ilgimi çekmiştir.
Her ayrıntı bir hikayeyi anlatmak için bir araya getirmektir bence. Bir pazar sabahı önünden geçerken gördüğüm kapısına geldiğimde, kapısı açık olan, içinde 30-35 tinercinin yaşadığı geniş avlulu bir alan, avlunun başında defne ağacı beni karşıladı. Yine kaderine terk edilmiş yıllardır boş olan zaman zaman dizi ve sinemalara set olarak verilen bir yer. Tarihçesine bir bakalım.
Dikimhaneden Moda Okuluna
1851-1852 yılında hazırlanan haritada burası Süvari Kışlası ve balıkhane olarak adlandırılmıştır. 1913-1914 tarihli haritalarda ise yapılarımız “dikimevi” olarak yer almaktadır. 1 numaralı dikimhane müdürlüğünün, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle levazım reisi Hakkı Paşa tarafından 1908 yılında 100 makine ve 100 ütü ile faaliyete geçirilen dikimevi.
Çanakkale Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ahırkapı elbise ve çadır imalathanesi olarak ağırlıklı biçimde askeri amaçlı üretimin yapıldığı bir binaydı. 1917 yılında 650 işçi çalışmaktaydı ve burada çalışanların bir bölümünü de kadınlar oluşturuyordu. Çünkü Ahırkapı elbise ve çadır imalathanesi, kadınları çalıştırma cemiyeti ile anlaşmalı olarak İstanbul’da kadın işçi ve memur istihdam eden ilk iş yerlerinden biriydi.
Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet gibi insanlığın tarihsel birikimini günümüze taşıyan büyük eserlerin gölgesinde kalan tarihi bir yapı. Başıboş ve sahipsiz. Fayans ile kaplı olan duvarları plastik boyalarla boyanmış tavanları, tuğlaların üzeri sıvalarla kaplı olan bir yer. İşte tarihi bir yarımadada tarihe tanıklık yapmış bir yapı. Hani derler ya aslına rücu etti diye belki ben de böyle yerleri görüp aslına rücu ediyorum.
Tarihi çınarların gölgesinde gençlerimizin iyi bir moda eğitimi almasını çok isterim. Bence eğitim, anahtardır.
İstanbul ve Bursa’da sanat ve zanaatkarların yetişmesi için elimden ne geliyorsa yapmaya çaba gösteriyorum. Okul açma amacım 35 yıllık birikimimi gençlere aktarmaktır.
Bilgi öğrenilebilir ama beceriyi geliştirmek zaman ister. Meslekler bugün var ama yarın yok olmamalı. Hangi meslek olursa olsun. Gerçekten günümüzde zanaatkar yetiştirmek çok zor.
İşte Okulumuzun ve İstanbul’umuzun İlk Ahırkapı Feneri
1852 yılında yapılan, İstanbul’a yaklaşan denizcileri, 29 km ötede önce bir ışık karşılar. İşte bu Ahırkapı Feneri. Bir buçuk asırdır parıldayan deniz feneri son 25 yıldır işlevini yitirmiş; şimdi tekrar ışını yakıp güzel İstanbul’umuzun ışığı olsun ve hiç sönmesin. Belki burada da aslına rücu ediyorum ve Deniz Feneri Müzesi’ni yapmaya başladım.
Bir adam gökyüzünü gözlerinde taşırmış; yıldızları ise kalbinde…Her gökyüzüne baktığında yıldızları karanlığını aydınlatmış, yol göstericisi olmuş; tıpkı deniz fenerinin ışığı gibi.
Hayat sevdiklerimizle var olduğumuz kadardır. Dünler geçmişi, bugünler yaşadıklarımızı, yarınlar ise geleceğimizi anlatır. Onun için yazımın başlığı! “Moda, tarihe sahip çıkıyor” oldu.
Herşey gönlünüzce olsun.