Ozan Özkural, finans dünyasının genç yeteneklerinden.”13-14 yaşlarında babamın arkadaşları olan Türk ve yabancı yatırım bankacıları ile birçok kez bir araya gelme fırsatım oldu. Küresel finans dünyasını bu kadar yakından görmek, içersine girebilmek için elde edilmesi ve gereken başarıyı ve yolu anlama açısından çok önemli idi, bunu şimdi daha iyi anlıyorum” diyor. Üniversite yıllarını, Nottingham üniversitesinde İşletme bölümünde okurken Londra-Notthingham arasında geçirmiş. Sonrasında yatırım bankacılığı kariyeri öncesi ilk çalıştığı şirket olan Unilever’in Londra’daki yönetici yetiştirme bölümüne finans uzmanı olarak girmiş. “2005’in başında Merrill Lynch’in Londra’daki yatırım bankacılığı bölümünde işe başladığımda, Londra’nın sunmuş olduğu kariyer ve fırsatların aslında çok geniş olduğunu anladım” diyor. Ozan Özkural ile Londra’da başlayan finans hayatı, Londra ve Türkiye hakkındaki düşünceleri ve başarı öyküsü üzerine konuştuk.
Londra’da başlayan finans hayatınız ile oldukça erken yaşınızda büyük başarılar elde ettiniz. Bir ülkeyi keşfetme süreci nasıl oldu?
Londra’ ya 11 yaşında, yani bundan 24 sene önce Babam Akşit Özkural’ ın, İş Bankası Londra şubesi müdürü olarak tayin edilmesi ile geldim. Aynı zamanda gazeteci ve radyo prodüktörü olan annem Sema Özkural, babam Akşit Özkural, kardeşim ve beni özellikle küçük yaşlarımızda bizi hiç bir zaman Türkiye ve Türkçe’den ve kültürümüzden koparmadılar, ama aynı zamanda yaşadığımız ülkeye de entegre olmamızı sağladılar…Londra serüvenim bu şekilde başladı.
Finans dünyasına yönelmeniz nasıl oldu?
Küçüklüğümden beri finans dünyasına karşı bir ilgim olduğundan, ileride iş hayatıma yön verecek vizyonu ailem ile olan yakın diyaloguma ilaveten Londra’da yaşama ve büyümüş olma şansıma bağlıyorum. 13-14 yaşlarında babamın arkadaşları olan Türk ve yabancı yatırım bankacıları ile birçok kez bir araya gelme fırsatım oldu. Küresel finans dünyasını bu kadar yakından görmek, içersine girebilmek için elde edilmesi ve gereken başarıyı ve yolu anlama açısından çok önemli idi, bunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Londra hakkındaki fikirleriniz?
Londra’nın en büyük özelliklerinden biri olan, değişik kültürlerin harmanlanmış olduğu ve kimsenin kendisini ‘yabancı’ hissetmediği bir yaşam sunduğunu ilk defa ortaokulda, uluslararası bir eğitim veren ACS Hillingdon’a gittiğimde anlamıştım. Bu noktadan sonra Londra gözümde değişmeye başladı. Keza her toplumdan insanlarla bir arada olup, arkadaşlıklar kurup, onlarla bir arada olarak ortak bir ‘dünya vatandaşı’ olma hissini yasamaya başladıktan sonra Londra çok daha güzelleşti. Aynı zamanda Londra’da bir çağ atlıyordu. İnternetin yayılması, İngiltere’nin çok daha büyük bir global finans merkezi haline gelmesi, Türkiye, Rusya, ve benzeri gelişmekte olan ülkelerin yıldızının yükselmesi ve genel olarak ulaşım açısından dünyanın, daha küçük bir yer haline gelmesi ile beraber Londra hiç olmadığı kadar kozmopolit bir şehir haline geldi.
Üniversite yıllarınız nasıl geçti?
Üniversite yıllarımı, Nottingham üniversitesinde İşletme bölümünde okurken Londra-Notthingham arasında geçirdim ve takiben yatırım bankacılığı kariyerim öncesi ilk çalıştığım şirket olan Unilever’in Londra’daki yönetici yetiştirme bölümüne finans uzmanı olarak girdim. 2005’in başında Merrill Lynch’in Londra’daki yatırım bankacılığı bölümünde işe başladığımda anladım Londra’nın sunmuş olduğu kariyer ve fırsatların aslında çok geniş olduğunu.
İşin güzel tarafı, bu şehirde işinizi doğru yapıyorsanız ve şehrin sunduğu sosyal imkânları kullanmak için niyetliyseniz, karşınıza çıkabilecek fırsatların sonu yok. Keza, dünyanın politik, iş ve finans dünyasını yöneten insanlar ya burada yaşıyorlar, veya mutlaka yoğun bir şekilde Londra’da vakit geçiriyorlar.
İşim ve hayat tarzım gereği Londra’yı bir merkez olarak alıp, dünyanın neresinde işim olursa olsun, en nihayetinde döndüğüm ve uluslararası çevremin çoğunun da yoğunlukla bulunduğu hem iş hem de sosyal bir merkez olarak görüyorum.
Türkiye’deki yeni yatırımınızdan, Tanto Capital‘den biraz bahseder misiniz?
Suudi Arabistanlı ortağım ile Tanto Capital Partners’ı kurduğumuzda, Londra dışındaki ilk açmak istediğimiz irtibat ofisimizin Istanbul olmasına karar verdik. Hem bizim faaliyet gösterdiğimiz alanlarda Türkiye’ deki firsatların giderek artması, hem de gelişmekte olan lkeler arasında finans merkezi olarak en uygun ve güçlü yerin Istanbul olduğuna kanaat getirdiğimiz için ilk irtibat ofisimiz şu an İstanbul’ da kurulma aşamasında. Nihai olarak, Türkiye’ de enerji, alt yapı, metal madencilik alanlarında ciddi yatırım firsatları olduğunu düşünüyoruz; aynı zamanda büyük ve orta ölçekli Türk şirketlerinin yurt dışındaki faaliyetleri ve yatırım yapma iştahları arttıkca, onlar ile beraber yapabileceğimiz muhtemel yatırımların ve ilişkimizin sağlıklı bir şekilde yönetilmesi için Türkiye’de bulunmamızın şart olduğunu düşünüyorum.
Ortağınız ile birlikte, aslında her şehrin kendi finans nabzını tuttuğunuzu söyleyebilir miyiz?
Tabii ki de her şehrin kendine ait bir finans merkezi, nabzını tuttuğu bir finans dünyası var. Nihayetinde finans sadece iş dünyası değil aynı zamanda politika ile de her zaman iç içe olmuştur. Mesleğim ile ilgili keyif aldığım en büyük noktalardan bir tanesi, dünyanın değişik bir çok ülkesindeki politika, iş ve finans dünyasını yakın bir şekilde takip edip, buradaki lokal dinamiklerin içinde bulunma fırsatım olması. Çünkü artık küresel bir çiftlikte yaşıyoruz hepimiz. Sadece Amerika, İngiltere, değil, gelişmekte olan ülkelerin iç politik/ekonomik gerçekleri de hepimizi az ya da çok etkiliyor. Dolayısı ile bu piyasaların iç dünyasını görebilmek ve yöneten insanlarla bire bir ilişkilerimizi kurup devam ettirdiğimiz için küresel jeopolitik/finansal dengelerinin gittiği yönü makro anlamda görmek mümkün hale geliyor. Nihayetinde, her ülkenin kendine has bir finans piyasası olduğunu söyleyebiliriz.
Artık genç profesyonellerin iş dünyasında çok fazla rolü olduğunu görüyoruz, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tabii ki çok güzel bir gelişme. Yaş, cinsiyet, ırk gibi mevzular hakkındaki ön yargılarımızı ortadan kaldırabilirsek hem toplum olarak çok zenginleşiriz, hem de iş dünyası olarak çok daha geniş ve derin bir yetenek havuzundan yararlanmış oluruz. Dünyanın çoğu gelişmiş ülkesinde genç profesyonellerin onu geçmiş yıllara göre daha açık ve özellikle global finans merkezlerinde yaş başarının önünde bir engel teşkil etmiyor. Örneğin Londra veya New York ’da 30’larındaki bir yatırım bankacısı, eğer gerçekten katma değer yaratmış, hırslı ve akıllı ise, yönettiği takımın içerisinde 40/50’ li yaşlarında bankacıların da olduğu üst yönetim makamlarına erişebilir. Neticede akıl baştadır yaşta değil, ve önemli olan bir profesyonelin – genç veya değil - liderlik vasıfları ve çalıştığı şirkete ne kazandırdığıdır. Her ne kadar Türkiye bu konuda küresel finans merkezlerinin gerisinden gelse de, yavaş yavaş da olsa kafa yapımızın değiştiğini ve doğru yöne gittiğimizi görebiliyorum. Belki biraz kültürümüzden de gelen ve hali hazırda var olan yaş ile alakalı tabuları yıkmayı başarmamız lazım. Neticede başarı arzusu ve hırsı olan, zeki, ufku açık ve katma değer yaratabilen genç profesyonellerin yaşlarından bağımsız ideallerine ulaşabilmek için yurtdışına çıkma mecburiyetinden kurtarıp, önlerine Türkiye’de de yeterli fırsatlar sunmayı başarabilirsek ülkemiz kazanır.
Dünyanın bir çok ülkesinin ekonomik değişkenlerine hakimsiniz. Türkiye’yi bu perspektiften baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz.
Aslında Türkiye pek az ülkeye nasip olan bazı temel ve replik edilemeyen avantajlara sahip. Genç ve dinamik bir nüfus, üzerinde bulunduğu coğrafyanın dünya jeopolitikası üzerindeki önemi, artan nüfusu ve doğal olarak büyüyen bir iç pazar. Türkiye’nin son 10-12 sene içerisinde yapmış olduğu ekonomik atılıma baktığımızda, özellikle diğer gelişmekte olan ülkelere göre, Türkiye’nin bir çağ atladığını söylemek mümkün. Son yıllarda yapılan atılımlar, global konjonktürün de Türkiye lehinde işlemesi ve politik/ekonomik açıdan öncesine göre daha stabil bir seyir izlemiş olmamız, Türkiye’yi dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına soktu, ve derinleşen lokal sermaye piyasaları eşliğinde de hem yurt içinde hem de yurt dışındaki yatırımcılar nezihinde çok daha prestijli bir noktaya geldik. İlk başta bunun gerçekten büyük bir başarı olduğunu kabul etmek lazım. Ancak bunun sürdürülebilir olması ve dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisinden biri haline gelebilmemiz için yapılması gereken reformlar ve atılımlar hiç de basit değil. Futboldan bir analoji verecek olursak, şu gözlemi yapabiliriz. Bu ana kadar egale ettiğimiz rakiplerimiz ve neticede girdiğimiz ilk 20 büyük ekonomi kulübü lig şampiyonu olmaya benziyorsa, bundan böyle rekabet edeceğimiz ülkelerin şampiyonlar liginde olduğunu hatırlayıp, ilk 10’a girebilmek için oyun planımız ona göre kurmamız şart. Dolayışı ile önümüzde kat etmemiz gereken çok ciddi bir yol ve karşısında gerekli önlemleri almamız bazı hatırı sayılır riskler de mevcut. Özellikle enerji kaynakları olarak çok ciddi seviyede olan dışa bağımlılığımız, sanayi sektörünün ideal olarak ekonomide olması gerektiği kadar yeterli payı daha yakalamış olmaması ve sıcak paraya olan bağımlılığımız ve bunun neticesinde halen mevcut olan ekonominin kısmi de olsa halen istenilenden daha kırılgan olması anlamına geliyor.
Ne yapmamız gerekiyor?
Uzun vadede sürdürülebilir, stabil ve büyüyen bir ekonomi ortaya çıkarmak için, sadece kendi ülkemizdeki yatırımcıları değil, dünyadaki nitelikli ve uzun vadeli düşünen– katma değer yaratacak- yatırımcıları da çekmeyi becerebilmemiz lazım. Bunun için Türkiye’nin eğitim, üretim, enerji sektörlerine yatırımı arttırması, hukukun tartışmasız üstünlüğünün hakim olduğu bir politik, ticari ve sosyal sistemi benimseyip bu alanlarda gerekli reformları yapması ve şahıslara dayalı değil sisteme dayalı bir stabiliteyi yakalaması lazım. Bunun için gerekli olan temel besin de aslında, eğitim. Ne zamanki ‘genç, büyüyen ve dinamik nüfuslu ülke’ tanımına bir de ‘eğitimli’ sıfatını eklemeyi başardık, işte o zaman bu yarışta bir adım daha öne geçtik demektir.
İş yaşamınız ile sanat tutkunuzu nasıl birleştirdiniz?
Bankacı bir baba ve gazeteci/ressam bir annenin oğlu olarak finansın önemi ve sanatın değerini öğrenerek büyüdüm. Finans dünyasının genel bazı kurallar etrafında dönen gerçeklerine karşılık, sanatın sınır tanımaz ve çoğunlukla sübjektif doğasına da her zaman ilgim olmuştur. Gerçek anlamda bu tutkuyu iş yaşamımla birleştirmeme kardeşim Eren Özkural vesile oldu. Eren Londra’da film okulunu bitirdikten sonra 2006’da Kinotrigger adlı bir film prodüksiyon şirketi kurduk. Kurduk diyorum, aslında her ne kadar bu şirkette ortak olsak da, işin sanatsal kısmı yüzde yüz Eren, ben ise işin sadece finansman tarafındayım. Yıllar içinde Eren birçok başarılı projeye yönetmen/prodüktör olarak imza attıktan sonra bundan yaklaşık 3 sene önce gel ilk uzun metraj filmimizi çekelim diye teklif etti. Ben de bu vesile ile biraz daha aktif bir şekilde sanata olan ilgimi aynı zamanda iş yaşamımla birleştirmiş oldum. Run Away With Me adlı uzun metraj bilim-kurgu/thriller filmimizi Londra’da çektik ve yoğun bir post production döneminin ardından 2015’in başında bitirdik - ve şu an premierini yapmayı bekliyoruz.
Profesyonel iş yaşamınız dışında, özel ilgi alanlarınız neler?
İş yaşamımın içinde yoğun bir gezi programı olduğu için, bunu aynı zamanda dünyada dolaştığım ülkelerin ve şehirlerin kendilerine özgün tarih ve iç politik dengelerini araştırmak ve öğrenmek hoşuma gidiyor. Arabalara ve hıza küçüklüğümden beri çok büyük bir ilgim olmuştur. Zaman içinde bunu bir hobi haline getirdim ve fırsat buldukça, genellikle Londra ve Avrupa’da değişik motor yarışları/araba kulüpleri ile gezi ve yarışlara gitmekten çok büyük bir keyif alıyorum.
Ortaokul yılarımdan beri çaldığım gitar, vakit bulduğum nadir zamanlarda ruhumu dinlendiren bir hobim. Scuba ise, 18 yaşımdan beri aktif olduğum bir spor;arama kurtarma sertifikam ve yaklaşık 750 dalışım var, ancak yoğun gezi programımdan dolayı son senelerde eskisi kadar çok aktif olamıyorum. En aktif olarak vakit ayırdığım ilgi alanım ise, Shotokan Karate. Londra’da bulunduğum zamanlar haftanın en az 3-4 günü dojo’dayım.
Neden Karate?
Aslında karateye başlayalı sadece 3 sene oldu. İş hayatımın aniden hiç olmadığı kadar yoğunlaştığı ve sorumluluklarımın arttığı 30’larımın başında çok fazla iş/maddiyata dayalı bir kısır döngüye girdiğimi hissettim ve bunu dengelemek için hem sportif anlamda beni tatmin edecek, hem de ruhsal anlamda yakalamak istediğim dinginlik ve dengeyi sağlayacak bir aktivite peşindeydim. O esnada, hem yakın arkadaşım, hem de mentor’larımdan olan bir ağabeyimin 30 kusur senedir ailesi ile beraber yaptığı Shotokan Karate dikkatimi çekti. Çok başarılı ve uluslararası bir işadamı olan, benim gibi çok aktif bir yaşamı ve kariyeri olan ama bununla beraber aynı zamanda çok düzgün ve ailemin de bana aşıladığı değer yargıları ile örtüşen güzel ve mutlu bir aile kurmuş bu dostumun, hayatında yakaladığı is/aile/mutluluk dengesine karate ve daha ziyade onun arkasında yatan hayat felsefenin büyük bir katkısı olduğunu hissettim ve onun ön ayak olması ile başladım.
Hayat felsefenizin bu doğrultuda oluşmasına en çok ne etki etti?
Tabii ki babam Akşit Özkural ve annem Sema Özkural’ ın bana ve kardeşime aşılamış oldukları dürüstlük, çalışma ve hayata karşı her daim umutla mücadele etme güdüsü. Her şeyden önce yapılan isin, kurulan ilişkilerin, yaşanan hayatın hakkını vermek gerek. Ne pahasına olursa olsun dürüst olmak, insanlara her zaman hakkaniyetli davranmak ve ideallerimizin pesinden koşup, bileğimizin gücü ile hedeflerimizi yakalamak. Sonuçta, hepimizin hayatında şans da çok büyük bir faktör – ama biz elimizden geleni yapmadıktan ve gerçekten de zaten başarıyı hak edecek kadar çok ve doğru çalışmadıktan sonra, şans olsa da olmasa da çok fark etmez... Karatenin arkasındaki Zen felsefesini biraz da bu yüzden benimsediğimi düşünüyorum. Aslında orada verilen kuşaklar, belli bir mertebeye ve seviye eriştikten sonra otomatik olarak geliyor. Kırmızı kuşak seviyesindeki birine zamanından önce siyah kuşak takarsanız, belki dışardan siyah kuşakmış gibi bir görüntü verebilir, ama gerçek bir siyah kuşak ile karşı karşıya geldiğinde belindekinin rengi değil, gerçekten verdiği imajın altını doldurup dolduramadığı ortaya çıkacaktır. Hayatı da böyle görmek lazım. Bir başarıyı hak etmeden, altını doldurmadan, es kaza yakalamak ne o başarıyı yakalayana huzur verir, ne de sürdürülebilir olabilir.
Aslında hayat bir yolculuk ve öğrenmenin sonu yok; yas 35’de olsa 95 de olsa hiç birimiz asla gerçekten ‘ermiyoruz’. İnsanın her yasta kendini geliştirme pesinde koşuyor ve hataları var ise bunlarla mertçe yüzleşebiliyor olabilmesi bence hem mutluluğun hem de hayat basarisinin temel sırlarından bir tanesi.
Türkiye’nin eğlence hayatını ve kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Londra ile arasındaki temel farklar neler?
Türkiye aslında eğlence ve sunduğu imkânlar açısından çok zengin bir ülke olmakla beraber, maalesef fazlası ile gösterişe yönelik bir eğlence kültürümüz olduğunu düşünüyorum. Hava atmak, çoğunlukla gidilen yerin kalitesi veya gittiğiniz arkadaş grubundan da daha önemli hale gelmiş. İstisnalar olmakla beraber, genel olarak Türkiye ve Istanbul eğlence hayatının geneli bu şekilde bence.
Londra ile arasındaki en büyük farklardan biri bu. Tabii ki de, Londra’da dünyanın en pahalı mekânları, çok zengin bir dünya mutfağı ve dünyada az sayıda benzeri olan çok özel, sadece para ile üye olunamayan kulüpleri ve eğlence dünyası var. Ancak, Londra’da herkes eşit. Kimse kimseye üstünlük sağlayacağım, hava atacağım diye didinmiyor. Ülkeler arasındaki eğlence hayatının alt yapısından daha ziyade bence aradaki en büyük fark bu.