Dünyanın yedi harikasından birini görüp de herkesin söyleyeceği tanımlamalar farklı olabilir ama şöyle bir geriye bakınca, benim aklıma üç kelimeyle yazıldı Petra: Gizemli, çarpıcı ve unutulmaz.
Amman seyahatimin daha planlama aşamasında, Petra’yı da nihayet görecek olmanın heyecanını ayrı yaşamıştım. Amman’da kaldığım otelin yedi tepeye nazır manzarasında biraz dersimi çalışırken, Petra’dan ilk ne zaman etkilendim diye düşündüm. Aklımda beliren ilk şey, Harrison Ford ve Sean Connery’nin oynadığı Indiana Jones - Kutsal Hazine Avcıları filmi oldu. Petra’nın dar yollarını, gizemini, ihtişamını fark ettiren filmden sonra dünyanın birbirinden ilginç noktalarına gittim. Ama neden bilmem, Petra’yı hep erteledim. Hem çok merak ettim hem bir türlü listemdeki yerini birinci basamağa çekip de tanışamadım bu büyülü topraklarla. Sevgili arkadaşım Esra Parin’e teşekkür etmem gerek, onun teşviki ve “Hadi artık” deyişleri olmasa kim bilir daha ne kadar ertelerdim!
Dünyanın yeni yedi harikasından biri kabul ediliyor Petra. Aynı zamanda UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde. Nebatiler’in kayaları oyarak oluşturduğu ve tarihi MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan bir antik kent. Nebatiler ticaretle zenginleşen dönemi için çok güçlü bir uygarlıkmış. Şehirlerini de bu güce yakışır bir ihtişamla kurmuşlar. Ama bu müthiş kentin tarihi Roma işgali ile yön değiştirmiş. Nebatiler gücünü kaybedip önce Emeviler’in, sonra Abbasiler’in egemenliğine girmiş. MS. 4. yüzyıldan itibaren ekonomik gücünü kaybettiği için gözden düşen Petra, bir de şiddetli depremlerin yaşandığı bir yer olunca, kelimenin tam anlamıyla unutulmaya terk edilmiş.
Kaderinin yeniden yazıldığı ve tekrar dünyanın gözdesi olduğu tarih 1812’ymiş. Kenti ‘tesadüfen’ bulan gezgin Johann Burckhardt, yıllar yılı duyduğu “Keşfedilmemiş kayıp bir kent var” söyleminin peşine düşmüş ve muradına da ermiş. O zamana dek Petra’yı bilenler, sadece göçebe Araplarmış ama İsviçre asıllı kaşif muradına erince, dünya da yeni bir harikaya kavuşmuş.
Petra’ya ‘rose city’ yani ‘gül şehri’ deniyor. Etrafta gül falan olduğundan değil; bölgedeki kayalarda yüksek miktarda demir oksit bulunduğu ve güneş ışınlarının etkisiyle pembenin, kırmızının birçok tonunu yansıttığı için bu ismi almış. Kent bir kanyonun ortasında. Etrafınızda taşın en büyüleyici hallerini görüyorsunuz. Kaya bloklarının muhteşem bir işçilikle tapınağa, tiyatroya, mezara dönüşümü var. Zaten Petra, Yunanca ‘taş, kaya’ anlamlarına geliyor. Hatta 12 Havari’den biri olan Aziz Petrus’un ismi de bu anlamdan geliyor. Çünkü Hz. İsa’nın azize, “Senin bana inancın kaya gibi sağlam” dediği ve bu nedenle Petrus ismini verdiği söyleniyor.
Petra’da en etkilendiğim yapı El-Hazne (Al-Khazneh) oldu. Yıllar süren bir kaya oyma ve işleme sürecinin sonunda ortaya çıkmış. Yüksekliği 40 metre civarında. Daracık ve çok görkemli bir kanyondan bir buçuk kilometreye yakın bir mesafe yürüyerek varıyorsunuz. Sadece bu yapıya ulaşıp dönmek iki saatlik bir yolculuk demek.
Ama asıl yolculuk El-Hazne sonrasında başlıyor! Eğer benim tek kelimeyle hayran olduğum Roma Tiyatrosu’nu görmek ve oradan geçerek Manastır adı verilen şahane bir başka yapıyla tanışmak isterseniz 18 kilometrelik yeni bir parkuru göze almanız gerek. Zaten Petra çok büyük. Hakkıyla gezebilmek için tek gün yetmez. Benim vaktim olmadığı için Petra’da kalamadım ama vereceğiniz dinlenme ve fotoğraf molalarını düşününce, iki güne ihtiyacınız olduğunu söyleyebilirim. Tabii sıkı da bir kondisyona... Çünkü gerçekten yorucu ama keyfi tartışılmaz! Bu arada hakkıyla gezmenin yanı sıra Petra’da gece keyfi yaşamanız için de kalmanızı öneririm. Çünkü mumlar ve dilek fenerleriyle aydınlatılan antik kentin Binbir Gece Masalları’nı aratmayan bir görüntüsü var. Birçok fotoğraftan bu büyüleyici görüntü aklımda kalmıştı ve sanırım en çok bu manzaraya şahitlik edemediğim için kalmadığıma üzüldüm.
Ama Petra’da kalamamanın tesellisi Wadi Rum oldu. Çünkü programım itibariyle birinden birini kalmak için seçmem gerekiyordu, hakkımı Wadi Rum’dan yana kullandım. Kuma hayran olunur mu? Olunur! Petra’ya bir buçuk saat mesafedeki Wadi Rum’u en kısa haliyle böyle özetleyebilirim size. Sanki başka bir gezegendeymişsiniz gibi hissettiriyor. Oscar’lı Ridley Scott, Marslı filmini çekmek için burayı boşuna seçmemiş!
Tıpkı Petra gibi Wadi Rum’da da bolca demir oksit barındıran kumlar, tepeler ve kayalıklar var. Göz alabildiğine kızıllığa bir de gün batımını eklerseniz hafızanızdan çıkması mümkün değil. Tüm çölü kızıla boyayan bir gün batımını izleyebilir, geceyi bir bedevi kampında geçirerek farklı bir deneyim yaşayabilirsiniz. Ben Sun City Camp’ta kaldım. Odaların tasarımını çok beğendim ama servisi biraz vasat buldum. Akşamları kamplarda ‘zarb’ adı verilen ve kuma gömülerek yavaş yavaş pişirilen kebapları tadabilirsiniz; yanında sebze ile servis ediliyor. Aksini söylemezseniz çayı şekerli ikram ediyorlar. Geceleri gökyüzü alabildiğine yıldızlı. Hatta Ay’sız gecelerde Samanyolu’nu izleyebilirsiniz. Sabah gün doğumundan önce çöl turları yapılıyor. İtiraf ediyorum sabahın dördünde kalkarken biraz söylenmiştim değer mi diye, ama kendi cevabımı kendim verdim: Değermiş! Güneş yükselirken tepelerden birine çıkıp, doğanın her gün tekrarladığı mucizenin en büyüleyici haline tanıklık etmek yaşanması gereken bir deneyim.
Petra ve Wadi Rum’u gördükten sonra eğer vaktiniz varsa Amman’a dönmeden önce önereceğim bir durak daha var. Amman’a 45 dakika mesafedeki Akabe’ye gidin. Ürdün’ün denizle bağlantısı olan tek yeri. İster günübirlik uğrayabilir, ister konaklayabilirsiniz. 26 kilometrelik sahil şeridinde çok sayıda otel var. Dalış denince Kızıldeniz’in ününü duymayan yoktur. Akabe, rengarenk su altı dünyasını da gezinize dahil edeceğiniz yer.