Christopher Nolan'ın yönettiği ve senaryosunu kaleme aldığı "Oppenheimer" filmi, bilim insanı ve atom bombasının babası olarak bilinen J. Robert Oppenheimer'ın hayatını konu alıyor. Oppenheimer'ın akademik gençlik yıllarından başlayıp atom bombasının yaratımına ve sonrasında gelen davalara dek uzanan süreci izlediğimiz "Oppenheimer" filmi, Kai Bird ve Martin Sherwin imzalı, Pulitzer ödüllü "American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer" isimli kitaptan sinemaya uyarlanan bir biyografi.
Tabii ki Christopher Nolan'ın sinemasına aşina olanlar, "Oppenheimer"ın alışılagelmiş bir biyografi filmi olmadığını kolaylıkla tahmin edebilir. Peki, çağımızın en başarılı yönetmenlerinden Christopher Nolan'ın yeni filmi ve 2023 yılının en çok merak edilen yapımlarından "Oppenheimer", beklentileri karşılayabildi mi? Karşımızda nasıl bir yapım var; sıradan bir gişe filmi mi, yoksa bir başyapıt mı?
"Oppenheimer" filmine ismini veren Julius Robert Oppenheimer, 1904 yılında ABD'de doğmuş bir teorik fizikçi ve bilim insanı. Teorik fizik alanında büyük başarılara imza atmış, nükleer fizik ve kuantum mekaniği konularında önemli katkılarda bulunmuş olan Robert Oppenheimer, 20. yüzyılın en önemli bilim insanlarından biri olarak kabul ediliyor. En bilinen çalışmalarından biri, nükleer reaksiyonların enerji üretimi potansiyeline dair yaptığı araştırmalar ve tabii ki atom bombası.
J. Robert Oppenheimer, 2. Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi'nin lideri olarak tanınıyor. Manhattan Projesi, ABD tarafından geliştirilen ve ilk nükleer bombanın yapımını amaçlayan gizli bir programdı. Robert Oppenheimer, döneminin önde gelen bilim insanları ile birlikte bu proje kapsamında Los Alamos'ta nükleer silahın tasarımı ve geliştirilmesi üzerine çalıştı ve nihayetinde 1945 yılında Trinity Testi ile dünyanın ilk nükleer patlamasını gerçekleştirdi.
Ancak nükleer silahların kullanımı konusundaki etik ve siyasi kaygılar, Oppenheimer'ı da etkiledi. Savaş sonrasında, Amerika'nın nükleer politikaları ve güvenliği konusunda eleştirel tavırları ve komünist bağlantıları nedeniyle hükümet tarafından riskli görüldü ve 1954 yılındaki güvenlik soruşturması sonucunda federal güvenlik sertifikasını kaybetti. 1967 yılında hayatını kaybeden Robert Oppenheimer'ın ismindeki kara leke, ancak 2022 yılında tamamlanan soruşturmalar sonucu temizlendi.
"Oppenheimer" filmi, Robert Oppenheimer liderliğindeki atom bombası yapımı sürecini, öncesini ve sonrasını detaylarıyla gözler önüne seriyor. Gerçek bir bilim tutkunu olan Christopher Nolan'ın bilim kurgu türünde işler çekmeyi ne kadar çok sevdiğini ve projelerinde bilim insanlarından ne kadar destek aldığını iyi biliyoruz. "Interstellar"(2014) filmindeki kara delik görselleştirmesi o kadar aslına uygundu ki yıllar sonra çekilen ilk kara delik fotoğrafı ile yan yana getirildiğinde Christopher Nolan'ın, filmlerindeki bilimsel konulara özeni bir kez daha takdir edilmişti.
"Oppenheimer" filminde başta Robert Oppenheimer olmak üzere Albert Einstein'dan Richard Feynman'a, Edward Teller'dan Enrico Fermi'ye ve Werner Heisenberg'e dek tarihe adını altın harflerle kazımış pek çok bilim insanını gördüğümüzde, Christopher Nolan'ın heyecanını seyirci olarak bizler de hissedebiliyoruz. Üstelik bu biyografinin, Oppenheimer'ın olduğu kadar atom bombasının da hayat hikayesi olduğunu söyleyebiliriz. Atom bombasının doğumuna giden yolu, yaratım sürecini, ortaya çıkışını ve kısmen de olsa sonuçlarını görüyoruz.
Buna karşın karakter odaklı bir biyografi olarak Robert Oppenheimer'ın iç dünyasına beklediğimizden daha az girdiğimizi de düşünüyorum. Film, ağırlıklı olarak Oppenheimer'ın bakış açısından aktarılıyor ancak olayları, onun gözünden izlememize rağmen çoğunlukla Oppenheimer'ın duygularını, psikolojisini, iç çatışmalarını tam olarak hissedemiyoruz. Bunun bir nedeni, aynı anda çok fazla olaya ve hikaye örgüsüne maruz kalmamız. Tam bir duruma ve duyguya adapte olmaya çalışırken, hızlıca bambaşka bir konuya geçiliyor. Bir diğer nedeni de atom bombasının yapım sürecinde karakterin ne kadar heyecanlı ve hevesli olduğunu görüyoruz, ancak bombanın yapımı sona erdiğinde Oppenheimer'ın bu konudaki iç çatışmalarına beklediğimden çok daha az yer veriliyor. Atom bombası testinin başarıyla sonuçlanmasının ardından Oppenheimer'ın projedeki bilim insanlarına yaptığı zafer konuşması, ABD Başkanı Harry Truman ile diyaloğu ve dava sekansları gibi birkaç sahnede Robert Oppenheimer'ın etik ve vicdani iç çatışmalarını hissedebiliyoruz. Ancak bu sahnelerin, sinematik başarısı bir yana, üç saatlik bir film için -özellikle de biyografi türündeki bir yapım için- yeterli alana sahip olduğunu ve ana karakterin iç dünyasına olması gerektiği kadar girdiğimizi söyleyemeyiz.
"Oppenheimer", biyografi türünde bir film olsa da ele aldığı konu ve dönem nedeniyle belli bir politik duruş sergilememesi, neredeyse mümkün olmayan bir yapım. Christopher Nolan da film boyunca gerek atom bombasının atılacağı şehirlerin seçildiği sahne gerek Oppenheimer ile Harry Truman arasında Oval Ofis'te geçen diyalog gerekse de savaşın bitmesi için icat edilen korkunç derecede ölümcül bir silahın savaş bittiği halde sırf güç gösterisi için yine de kullanılmak istendiğinin karakterlerin diyalogları ile tekrar tekrar yansıtılması gibi sahnelerle politik duruşunu net bir şekilde belli ediyor. Christopher Nolan, nükleer silahlara, savaşa, şiddet araçlarına ve insanlığı değil de gücü ve gelişmeleri ön planda tutan politikacılara ve bilim insanlarına dair izleyicinin zihninde pek çok soru işareti ve duygu uyandırıyor.
Christopher Nolan, atom bombasının yıkıcılığını göstermek konusundaki azmini film boyunca yüksek tuttuğu gerilim duygusuyla da sürdürüyor. Tek bir sahnede dahi kan, parçalanmış bedenler gibi şiddet unsurları görmüyoruz -ki istenme bunları göstermeye çok müsait bir yapım- ancak film boyunca sürekli korkunç bir şey olacakmış gibi hissediyoruz (ve de oluyor; atom bombası icat ediliyor). Aslında Christopher Nolan, filmin özetini, Oppenheimer ile Einstein arasındaki gizemi sonradan çözülen diyalogda deşifre ediyor. Atom bombasının, dünyanın sonunu getireceğinden endişeleniyorlar ve bir bakıma gerçekten de getiriyor. Bu dünyanın sonu geldiği hissi ve gördüğümüz karakterlerin her birinin ve dolaylı yoldan izleyici olarak kendimizin de tehlikede olduğumuz duygusu en başından en sonuna dek hissettiriliyor. Bütün filmi, diken üstünde izliyoruz. Örneğin; atom bombası testinde kimsenin ölmeyeceğini bildiğimiz halde bu sahnede, karakterlerin bazıları koruyucu gözlük takmadığında, durmaları gereken sığınaktan son anda çıktığında, arkalarına dönüp bakmaları gerekenden daha önce patlama anına bakacaklarmış gibi davrandıklarında, patlamanın hemen ardından ortam sesinin kesilip geriye yalnızca bir nefes alıp verme sesi kaldığında; yani devamlı olarak, birinin başına bir şey gelecekmiş gibi hissediyoruz ki hiçbir şey olmadığını görsek de Robert Oppenheimer da dahil, projede çalışan bilim insanlarının bir kısmının ilerleyen yıllarda kanserden öldüğünü biliyoruz. Yani bu ölüm endişesinin sonunda gerçekten de ölüm gerçekleşiyor. "Oppenheimer" filmi, sonuçlarını göstermeden sonuçların büyüklüğünü, ağırlığını ve şiddetini hissettirmek konusunda oldukça başarılı bir yapım. Muhtemelen şiddet sahneleri barındırmadığı halde izleyebileceğimiz en şiddet içerikli ve gerilimli yapımlardan da biri.
Christopher Nolan'ın zaman kurgularıyla oynamayı ne kadar sevdiğini iyi biliyoruz. "Oppenheimer" filminde de bir yandan renkli sahneler ile Robert Oppenheimer'ın bakış açısından gençlik yılları-Los Alamos'ta bombanın yapım süreci-Los Alamos öncesi akademik yılları-aile hayatı-Los Alamos sonrası soruşturma süreci gibi sahnelerle geçmiş ve gelecek arasında sürekli gidip geliyoruz. Bir yandan da siyah-beyaz sahnelerle Lewis Strauss'un bakış açısından mahkeme sürecini görüyoruz. Tüm bunlar, tam da Christopher Nolan'dan beklediğimiz şekilde lineer bir anlatımla sunulmuyor. Tüm bu farklı hikaye çizgileri, birbirinin içine geçmiş bir kurguyla aktarılıyor. Bu yoğun geçişler, tüm karakterlerin bir şekilde inişlerini ve çıkışlarını, dürüst davrandıkları ve yalan söyledikleri anları birbirine geçirdiği ve kafamızda dev bir kaos yarattığı için aslında Christopher Nolan'ın burada yapmaya çalıştığı şeyin; hikayenin politik sürecini tam olarak anlayamamızı sağlamak ve hiçbir karakterin söylemlerine tam olarak güvenememizi hissettirmek olduğunu düşünebiliriz. Çünkü "Oppenheimer" filminin anlatıldığı dönem, ABD tarihinin siyasi olarak en kaotik dönemlerinden biri. Soğuk savaşa giden süreçteki askeri ve politik çatışmalar, adeta cadı avına dönüşen komünist avları, oldukça şüpheli ilerleyen davalar, adı suçsuz yere mi lekelendiği yoksa gerçekten casus mu olduğu bilinmeyen binlerce insan... Ki Hollywood'un da bu dönemde büyük darbeler aldığı, ağır sansür mekanizmalarına maruz kaldığı biliniyor. Bu nedenle bu politik güvensizlik ve şüphe ortamı filmde, oldukça karmaşık bir zaman çizgisiyle hissettirilmiş.
"Oppenheimer"da kurgunun en az karıştığı anlar, atom bombasının yaratım süreci ve bilim insanlarını, bilimsel tartışmalar yaparken gördüğümüz anlar. Ancak ne zaman askeri görevliler, politikacılar devreye giriyor, bilim insanları politik söylemlere ve aksiyonlara başlıyor, o zaman hikaye çizgileri soru işaretleriyle dolu kafa karıştırıcı bir hale geliyor. Bu da Christopher Nolan'ın, hikayenin politik kısmında seyircide yaratmak istediği güvensizlik, şüphe ve soru işaretlerinin tersine, bilimsel kısımları ne kadar da gerçekçi ve net sunmak istediğini gösteriyor. Ancak yer yer, tüm bu farklı hikaye çizgilerinin kronolojik olarak verilmesinin çok daha iyi olabileceğini de hissediyoruz. Yine de Christopher Nolan'ın, imzası haline gelen bu zaman kurgusunu, yalnızca yapmak için değil de işlevsellendirerek kullandığını söyleyebiliriz.Yıldızlar geçidi gibi bir oyuncu kadrosu ile "Oppenheimer" filminde tek bir performansın bile falso vermemesi, tabii ki Christopher Nolan'ın oyuncu yönetimiyle ilgili muazzam başarısının bir sonucu. Yine de oyuncu kadrosunda, oldukça yetenekli isimlerin bir araya getirildiğini de eklememek olmaz. Leslie Groves rolü ile filmde büyük bir payı olan Matt Damon'dan ABD Başkanı Harry Truman ile çok küçük bir role sahip Gary Oldman'a dek filmdeki tüm oyuncular, başarılı performanslar sergiliyor. Bunların başında tabii ki Jean Tatlock rolü ile Florence Pugh, Ernest Lawrence rolü ile Josh Hartnett, Edward Teller rolü ile Benny Safdie, Senate Aide rolüyle Alden Ehrenreich, Roger Robb rolü ile Jason Clarke geliyor. Ancak filmin başrollerindeki Cillian Murphy, Emily Blunt ve Robert Downey Jr.'ı ayrıca övmemiz şart.
"Oppenheimer" filminin ağırlığını yüklenen Cillian Murphy, J. Robert Oppenheimer'a hayat vermek konusunda gerçek anlamda bir ustalık eseri sergiliyor ve 2024 yılı Oscar adayları arasında güçlü bir rakip olacağı izlenimini şimdiden veriyor. Robert Oppenheimer'ın iç çatışmalarının ve duygu durumunun, üç saatlik "Oppenheimer" isimli bir film için çok da baskın olmadığını söyledik. Üstelik bunları gördüğümüz sahnelerde de sinematografik tercihlerle karakterin zihinsel ve psikolojik yapısı zaten net bir şekilde verilmiş. Ancak buna rağmen Cillian Murphy, büyük çoğunluğu yakın plan çekilen bu filmde mimik oyunculuğunun hakkını vermiş diyebiliriz. Karakterin o an kafasındaki tüm soru işaretlerini, tüm mutlulukları, heyecanı, gururu, şüpheyi ve tereddütleri; Cillian Murphy'nin en küçük bakışında ve ifadesinde görebiliyoruz.
"Oppenheimer" filminin siyah-beyaz hikayesinin ana karakteri olan Lewis Strauss'a da Robert Downey Jr. hayat veriyor. Filmografisine ve izleyicilerin gözündeki konumuna baktığımızda Robert Downey Jr.'ın başarılı bir oyuncu olduğunu zaten söyleyebiliriz. Ancak derinlikli performanslar sergilemek konusunda pek de fırsat bulabildiğini söyleyemeyiz. "Oppenheimer" filmindeki rolü ve performansıyla ise Robert Downey Jr.'ın, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerine göz kırptığını net bir şekilde görebiliyoruz.
"Oppenheimer" filminde Katherine (Kitty) Oppenheimer'ı canlandıran Emily Blunt, filmde uzun bir süre tek boyutlu yansıtılan bu karakterin sonlara doğru farklı yanlarının da gösterilmesiyle, nasıl da iyi bir oyuncu tercihi olduğunu kanıtlama fırsatı buluyor. Nevrotik ama sadık ve güçlü bir kadın figürü olarak sunulan Kitty, Emily Blunt'ın elinde merak edilen bir karaktere dönüşüyor ve özellikle de "Oppenheimer'ın dava süreci" sahnelerinde kendini gösterme fırsatı buluyor.
Nevrotik kadın figüründen bahsetmişken Christopher Nolan'ın, bu konudaki hayal kırıklığına uğratan tutarlılığından da bahsetmemek olmaz. Ne yazık ki Nolan'ın, nevrotik kadın tiplemeleri konusunda oldukça istikrarlı olduğunu görüyoruz. Christopher Nolan'ın, erkek egemen filmler yaptığını biliyoruz ki bir senarist ve yönetmen olarak bu en doğal hakkı. Ancak kadın karakterleri yazarken, onları ya hikayenin olabildiğince kenarında bırakmayı seçiyor ya da birbirinin kopyası diyebileceğimiz tek tipleşmiş iki kadın figürüyle sınırlı tutuyor. Biri, erkek karakteri destekleyen ve ona inanan eş/sevgili/evlat rolündeki kadın olmaktan pek de ileri gidemeyen figürler; ikincisi de nevrotik kadın tiplemeleri ki bunun, çok daha ağırlıklı olarak yer verdiği kadın figürü olduğunu söyleyebiliriz. "Memento", "The Prestige", "Inception", "The Dark Knight", "Interstellar" gibi yapımlarda iki tipe de rastlıyoruz.
"Oppenheimer" filminde ise nevrotik kadın figürü, bu sefer tek temsille de sınırlı kalmıyor. Robert Oppenheimer'ın iki romantik ilişkisi Jean Tatlock ve Katherine Oppenheimer'ın her ikisinin de nevrotik karakterler olarak sunulduğunu görüyoruz. Neyse ki Katherine'in, filmin ilerleyen sahnelerinde biraz daha farklı ve güçlü yönleri de gösterilerek bu yüzeysel tutum az da olsa kırılmış. Ancak Christopher Nolan'ın, ileride çekeceği filmlerde, kafasındaki düşman kadın ve ideal kadın algısından biraz daha geniş çaplı ve derinlikli kadın karakterler yazdığını görmek seyirci olarak hepimizi mutlu edecektir.
Bilim dünyasının dışında Robert Oppenheimer, popüler kültürde meşhur sözü ile de tanınıyor: "Now I am become death, the destroyer of worlds. (Şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.)" Oppenheimer'ın, bu sözü, atom bombası testinin ardından, bombanın yok ediciliğini kendi gözleriyle ilk görüşünden sonra söylediği biliniyor ve filmde de bunu görüyoruz. Ancak beklenmedik bir şekilde Oppenheimer'ın, bu sözü, filmde ilk söylediği an atom bombası testi değil. Robert Oppenheimer ile Jean Tatlock'un sevişme sahnesinde Jean, kitaplıktan "Bhagavad Gita"yı alıp ona kitabın bir yerini okumasını söylüyor ve Oppenheimer, kitaptan bu sözü okuyor. Atom bombasıyla ilgili bu büyük sözün, ilk olarak bir seks sahnesinde dile getirilmesine şaşırdığımı söyleyebilirim. Ancak sonrasında "Oppenheimer" filminin bir biyografi olduğunu ve bu sözün, aslında Robert'ın nasıl temsil edildiğiyle ilgili bir araç olarak kullanıldığını düşündüm. Çünkü Oppenheimer'ın kadınlarla, hatta hayatına girip onunla güven bağı kuran hemen herkesle ilişkisi de oldukça yıkıcı ve yok edici. Sevgililer, eşler, birlikte inanılmaz buluşlara imza atan bilim insanları ve yıllarca süren dostluklar da dahil, dönemin politik arka planında hemen herkesin birbirine ihanet ettiğini, birbirini yarı yola bıraktığını görüyoruz. Tabii bunların tam merkezinde yer alan Oppenheimer'ın da bu konuda hiç masum olmadığını. Yani tarihe geçen atom bombasının mucitlerinden biri olmasının yanı sıra, kendi kişisel hayatında da bir yok ediciliği var. Ağırlıklı olarak büyük resme ve büyük olaylara odaklanmayı seçen "Oppenheimer" filmi, bu küçük sahnede nadiren de olsa küçük ve karakter odaklı bir ana odaklanmış. Hem Oppenheimer'ın kadınlarla olan kaotik ilişkisine dair özet niteliğinde bir sahne. Hem de Jean Tatlock'un ileriki dönemde yaşayacağı intihar mı cinayet mi olduğu filmde de muallak bırakılan ölümüne dair de bir 'foreshadowing' olduğunu düşünebiliriz.
21 Temmuz'da sinemalara gelen "Oppenheimer" filminin, açılış hafta sonunda dünya çapında 174 milyon dolarlık gişe yaparak, şimdiden büyük bir başarıya imza attığını görüyoruz. Sinemasal olarak konuşmamız gerekirse oyunculuklarından kurgusuna, hikaye anlatımından ses dizaynına dek dikkate değer bir yapım ile karşı karşıyayız. Böylece başta sorduğumuz soruya dönecek olursak; "Oppenheimer", sıradan bir gişe filmi standardından çok yukarıda. Ancak Christopher Nolan'ın sinematografisine baktığımızda, tüm övülebilecek yönlerine rağmen başyapıt olarak nitelendirebileceğimiz bir seviyeye de ulaşamıyor. Yine de "Oppenheimer"ın, üç saatlik uzunluğuna rağmen izleyicisini sıkmamayı başaran, gerilim filmi olmadığı halde yalnızca vermek istediği mesajı verebilmek adına seyircisini tüm süre boyunca germeyi başaran, iyi dizayn edilmiş, sert ve gerçek anlamda çarpıcı bir iş olduğunu söyleyebiliriz.