Eray ERKOCA - [email protected] / Fotoğraf: Doruk SEYMEN
İstanbul – Amsterdam arasında mekik dokuyan sanatçı Alea Pınar Du Pre, birçok ülkede öne çıkan “Space / Time” ve “Snapshot” serilerinden sonra “After the Masters” isimli kişisel sergisi ile 14 Kasım’da New York Fremin Gallery’de sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Du Pre, sergide sanat tarihinin ikonikleşen eserlerini postmodernist bir yaklaşımla yeniden yorumluyor; geçmiş ve gelecek, dijital ve analog arasında yeni bir bağlam kuruyor. 21. yüzyılın anlık görseller üzerine kurulu kültürünü, özenli ve el işçiliğinin hüküm sürdüğü bir geçmişle bir araya getiren sanatçı ile son sergisini ve sanat pratiğini konuştuk.
“After the Masters” nasıl doğdu?
Bu fikir okuduğum bir kitabın sonunda doğdu. Medeniyetlerin bilgi işlem kapasitesindeki artışların nasıl her seferinde yeni bir “faz değişimi”, yani uygarlıkların temel yapısındaki geçişleri beraberinde getirdiğini anlatan bir kitaptı. Örneğin, monarşiden demokrasiye geçiş, bilimsel devrim, ilk matbaanın keşfinden sonra mümkün oldu. Şu anda çok hızlı geçiş dönemine şahit oluyoruz. Bu geçiş dönemi yanlızca yeni bir uygarlığın değil, yeni bir insanoğlunun doğuşu. Bu bilinmez geleceği sanat tarihini ele alarak yorumlamak istedim. Çalışmalarım geriye dönük göründüğü halde, teknoloji ile insan arasındaki iletişimin kendi bilincimizi nasıl etkilediğini araştıran geleceğe bakıyor.
Sergide yer alan işlerin tekniğinden bahseder misiniz biraz?
Buradaki eserlerim dijital bir lensden geçmiş bir kompozisyon, renk ve formda yapılan deneyler gibi. Bazılarında “glitch” etkisini hissediyorsunuz, bazılarında eski bir televizyon monitörünun şekillerini görebiliyorsunuz. Özneleri olağandışı, teknolojiyi anımsatan renklerle göstermek ancak orijinal içeriklerini korumak istedim. Resimleri dijital dünyayı daha çok yakalamak için, kalın akrilik ve pastacılık tüpleriyle, her bir çizgiyi kalın veya ince uygulayarak yarattım.
Sergi, sanat tarihinin ikonik eserlerine dijital çağ perspektifinden bakarak geçmiş ve şimdi arasında köprü kuruyor. Geçmişin kültürel mirasını güncel sanat pratiklerinde görmek sizce mümkün mü? Sanat tarihindeki devamlılıkları ve kırılmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence düşünebildiğinizden bile çok görüyoruz. Sanatçılar sürekli daha önce “kullanılmış” fikirlerin yeniden yorumlarını yaratır. Yani aslında öne sürüldüğü gibi yeni bir Rönesans Çağı yaşıyoruz. Örneğin, “ephemeral” geçici sanat, Louis XIV buz heykelleri gibi. Arazi sanatı, Fransa’da aynı dönemde yapılmış olan bahçelere benziyor. Yani aslında hiçbir şey gerçekten yeni değil. Hepimiz bizden önce gelenlerin omuzlarında duruyoruz ancak yapılan işe verdiğimiz yorum ve duygu farklı. Bir geri dönüşten çok bir eleştirmen gibiyiz. Şu an sanatçı olarak yaptığımız şey, geçmişin teorileri ve fikirlerini silip başka bir yorum aramak, oluşturmak. Bunun bir başka örneği de bir ekip tarafından yaratılan eserlerdir. İtalyan Rönesansı’nda bir usta, atölyesinde asistanlarını yönlendirerek sanatını yaratıyordu. Şimdi Jeff Koons, Damien Hirst ve Takashi Murakami gibi sanatçılar, projelerinde çalışan büyük bir sanatçı kadrosuna sahipler. Sanat tarihindeki kırılmalar bence insanoğlunun kendini sürekli yenileme ve geliştirme ihtiyacından kaynaklanıyor. Tüm sanatçıların içinde de bu bilineni yok etme ve bilinmeyeni keşfetme dürtüsü var. Beyin sadece kusurlu olanı değil, aynı zamanda kusursuz olanı, çalışmakta olanı, iyiyi bile sürekli geliştirmek ve yeniden yaratmak ister. Bu dürtümüz olmasa, en değişik deneyimlerimiz rutin olur, en farklı sanatımız alışılagelmiş olur.
“After the Masters” ile postmodern bir sanat tekniği olan “temellük”ü (appropriation) kullanarak orijinallik kavramını sarstığınızı iddia edebilir miyiz? Orijinal ve yeni kavramlarına nasıl yaklaşıyorsunuz?
Temellük (appropriation) kavramı orijinallik, özgünlük ve menşei sorguluyor. Sanatın kendi doğasını sorguluyor. Ben ise “After the Masters” serisinde var olan sanat eserlerini ele almama rağmen, sanatı yeniden tanımlamak yerine güncel olanın anlamını, hızlı gelişen teknolojinin hayatımızdaki kültür mirasına ve birikimine etkisini sorguluyorum.
Kolektif geçmişten gittikçe uzaklaştığımızı, yabancılaşmanın bilgelik, olgunluk ve kimlik kaybına sebep olduğunu iddia ediyorsunuz. Görsel kültürün kolektif kimlik üzerinde nasıl bir etkisi var? Bu kaybın önüne geçmek için sanatçılar ne yapabilir?
Belki bu soruya yalnızca görsel değil, tüm sanat dallarını ele alarak cevap vermem daha doğru olur. Resim, heykel, müzik ve edebiyat bir toplumun kolektif belleğini gösterir. Sanat, tarihin kayda geçiremediği bilgiyi, belli bir dönemde var olmanın ne anlama geldiğini bize anlatıyor. Geçmiş ile gelecek arasında bir iletişim yolu kuruyor. Biz teknolojinin hayatımıza olan etkisiyle toplumsal olarak bu içsel bellekten ve geçmişimize ait iletişim yolundan uzaklaşıyoruz. Bu kayıp ve kopma, gelecekte ne gösterecek, bu evrim süreci bizi, “yeni insanoğlu” olarak nasıl etkileyecek zaman gösterecek. Sanatın her dalı toplumsal kimliğimizi etkiliyor, fikirlerimize ve toplumsal değerlerimize yön veriyor. Bu nedenle sanatçı olarak insanlara sadece zihinsel bir bilgi olarak değil, duygusal ve fiziksel anlamda da bu büyük dönüşümü yansıtmalıyız. Bunu yaparak, sanat bugün karşılaştığımız bilgi kirliliğinin yarattığı ilgisizliği azaltabilir, farkındalık yaratarak dönüşüm yaratabilir.
RÖPORTAJIN TAMAMI BU HAFTA ALEM'DE.