Ocak sonunda soğuk bir İstanbul’u geride bırakıp yaklaşık dört buçuk saatlik yolculuk sonrası Málaga’ya vardığımızda, kışın baharı yaşamak kesinlikle çok iyi bir fikir diye düşünüyoruz. Sevilla’dan sonra Endülüs Özerk Topluluğu’nun en kalabalık ikinci şehri olan Málaga, İspanya’nın en büyük altıncı şehri. Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri olan Málaga, Costa Del Sol (Güneş Sahili) olarak adlandırılan kıyı şeridinde yer alıyor. Yılın yaklaşık 300 günü güneşli olan şehirdeki ilk anlarımızı merkezde geçirmek yerine yazdan kalma bir gün yaşamaya karar veriyoruz. Palmiyelerle çevrili yollardan geçerek eskiden fakir bir balıkçı kasabası olan, 1950’lerin sonunda gelişerek önemli bir turizm merkezi olan Torremolinos’a varıyoruz. Çok sayıda tatil köyünün yer aldığı Torremolinos, plajdaki balık restoranlarıyla eski dokusunu korumaya devam ediyor. Deniz kenarında seyahatimize huzurlu bir başlangıç yaptıktan sonra İspanyol mutfağının başrol oyuncularından paella’yla güne lezzetli bir dokunuş katıyor ve şehir merkezini keşfetmek için kumsala veda ediyoruz.
Yıl boyunca çok sayıda turisti ağırlayan Málaga, aynı zamanda İspanya’nın dünyaca ünlü iki ismi ressam Pablo Picasso ve oyuncu Antonio Banderas’ın doğum yeri. Eski ve yeniyi kusursuz bir şekilde buluşturan şehirde önceliğimiz tarihin izini sürmek oluyor. 11. yüzyılda Hammudi Hanedanı tarafından inşa edilen Alcazaba ilk durağımız oluyor. İspanya’da Arap dönemine ait en iyi korunmuş saray olan Alcazaba, Arapça kale anlamına geliyor. Alcazaba’nın içinde yer alan Arkeoloji Müzesi’nde Roman mozaikleri ve Mağribi seramikleri sergileniyor. Alcazaba’yı korumak için 14 yüzyılda inşa edilen Castillo de Gibralfaro, şehrin geçmişinde bir yolculuğa çıkmak ve Málaga’yı tepeden görmek için mutlaka uğranması gereken noktalardan. Alcazaba’nın aşağısında yer alan, 1. yüzyılda İmparator Augustus’un inşa ettirdiği, 3. yüzyıla kadar aktif olarak çalışan Roman Tiyatrosu, 1951 yılında bir tesadüf sonucu keşfedilmiş. Yaklaşık 40 yıl süren restorasyon çalışmalarından sonra 2011 yılında performans alanı olarak kullanılmaya başlanan Roman Tiyatrosu, özellikle yaz aylarında birçok etkinliğe sahne oluyor. Bahar tadında geçen kış aylarında ise çevresi sokak müzisyenleriyle her daim hareketli. 1528 ve 1782 yılları arasında Rönesans mimari geleneğine bağlı olarak inşa edilen Málaga Katedrali ihtişamıyla bizi gördüğümüz anda büyüledi. Katedral, orijinal planda olmasına rağmen ikinci kulesi yapılamadığı için La Manquita (Tek Kollu Kadın) olarak adlandırılıyor.
Şehrin tarihi yerlerini gezdikten sonra denizden daha fazla uzak duramıyoruz; dünyadaki en eski limanlardan biri olan ve önemli cruise terminallerinden biri olan Málaga Limanı’nda alıyoruz soluğu. Kafe, restoran, butik ve müzelerin yer aldığı Palmeral de las Sorpresas (The Palm Garden of Surprises) ile eski liman modern bir çehreye kavuşmuş. Palmeral de las Sorpresas özellikle çocuklu ailelerin mutlaka uğraması gereken adreslerden. Palmiye ağaçları ve tropikal bitkilerin de yer aldığı alanda Segway kiralayıp turlayabiliyorsunuz. Palmeral de las Sorpresas, aynı zamanda Paris dışındaki ilk Centre Pompidou’ya ev sahipliği yapıyor. Cam bir kübün içinde yer alan kültür merkezinde Frida Kahlo, Max Ernst, René Magritte, Francis Bacon’ın resimleri ve fotoğrafları da sergileniyor. Centre Pompidou’da çocuklara yönelik atölyeler de düzenleniyor.
Resim sanatının efsane isimlerinden Pablo Picasso’nun farklı dönemlerini gözler önüne seren Museo Picasso, Málaga’nın en çok ziyaret edilen adresleri arasında başı çekiyor. Biz müzeye vardığımızda henüz açılmamıştı ve kapının önünde hatrı sayılır bir kuyruk vardı. Müzeye ev sahipliği yapan Palacio de Buenavista, 16. yüzyılda inşa edilmiş ve Endülüs mimarisini yansıtan etkileyici bir yapı. Müzede Pablo Picasso’nun torunu Bernard Ruiz-Picasso ve gelini Christine Picasso’nun bağışladığı eserler sergileniyor. Müzeyi gezdiğinizde ilk akademik çalışmalarından, Kübizm’e ve seramik çalışmalarına kadar Picasso’nun farklı dönemlerine şahitlik ediyorsunuz. Müzeyi arzu ederseniz rehber eşliğinde de gezebiliyorsunuz.
Şehir seyahatlerinin en güzel taraflarından biri de yürüyerek şehri keşfetmek. 1891 yılında halka açılan Calle Marqués de Larios butik, kafe ve restoranlarıyla Málaga’nın günün her saati yaşayan noktalarından. Her yıl Ağustos ayında düzenlenen fuarda Flamenko danslarıyla renklenen caddede Flamenko dansçılarının kostümlerini satan butiklerin sayısı da bir hayli fazla.
Málaga, mutfağıyla da sizi hayal kırıklığına uğratmayacak. Balık yemeyi seviyorsanız odun ateşinde pişirilen espeto’yu (sardalya) mutlaka deneyin. Şehirde çok sayıda tapas restoranı olsa da en çok ilgi çekeni El Pimpi. Antonia Banderas, Paloma Picasso ve daha birçok ünlünün mesajlarıyla süslü fıçıların yer aldığı El Pimpi, biraz kalabalık ve gürültülü olsa da ambiyansıyla ve yemekleriyle bizden geçer not alıyor. İspanya’ya gelip de churros yemeden olmaz.
1932’ten beri hizmet veren Casa Aranda’da hamur tatlısını sıcak çikolataya batırarak yemek adeta bir gelenek. Tarihi bir binada hizmet veren Mercado Central de Atarazanas, yerel pazarları gezmeyi seviyorsanız ziyaret edeceğiniz yerler arasında olmalı. Balık, et, peynir, meyve-sebze ve kuruyemişlerin satıldığı pazardan biz de tuzlu Málaga bademi ve egzotik meyveler alarak ayrılıyoruz. Tarihi dokusu, müzisyenlerin tınılarıyla renklenen hareketli caddeleri ve tadı damağımızda kalan lezzetleriyle unutamayacağımız şehirler arasına kaydettiğimiz Málaga’dan güzel anılarla ayrılıyoruz.