Cruise seyahatini ayrıcalıklı kılan, her sabah lüks kamaranızda uyanıp pencereyi açtığınızda gözlerinizi bir başka diyar, bir başka rüzgar, bir başka dünyaya açmış olmanız.
Kübalılar sıcak ve konuşkan insanlar. Her an bir fincan kahve ya da bir kadeh rom ikram etmeye hazırlar. Müzik ve dans hayatın önemli bir parçası.
Mis gibi iyot kokusunun ciğerlerinizi temizlediği, alışverişin her türünü önünüze seren vergisiz alış veriş mağazaları, panoramik manzaralı asansörler, aquapark ve havuzlarıyla onlarca çeşitli yeme-içme alanları, pek çok konser ve çeşitli gösterilerin sunulduğu koca tiyatrolarıyla her yaş için eğlencenin garantilendiği devasa boyutlarda bir oteli bir gemide toparlamışlarsa buna Cruise deniyor. Bense ’Yüzen Otel’ diyorum.
Gemi seyahatlerinde en çok konuşulan, tartışılan konu sudan çok yüksekte olmak. Oysa yeni nesil gemilerde neredeyse bir nehir gemisi gibi denizle iç içe seyahat etmek mümkün. Ülkemizden Karayipler ya da uzak destinasyonlara gezi düzenleyen tek şirket MSC’nin Trieste’de denize indirdiği Seaside gemisinde, tüm bunlara ek olarak macera parkurları, genişletilmiş devasa çocuk oyun alanları-havuzları ve eğlence merkezi, deniz üzerinde yürüyormuş hissi veren, tabanı camla kaplı yürüme alanları da eklenmiş.
Aileler için özel bölümler, solarium, lüks suitlerde özel jakuzi ve bahçe imkanı bile sağlanmış günümüzün en yeni gemisinde. Gemilerde bol miktarda açık alanlara yer veriliyor artık. Mesela Seaside’ da yaklaşık 43.500 metrekare açık alan var ben yerimde duramam diyenler için. En çok da ne hoşuma gitti biliyor musunuz?
Bu kez sizlere böyle bir gemiden seslenmek istiyorum. Bu seyahati en lüks kılan şey ne biliyor musunuz? Her sabah lüks kamaranızda uyandığınızda pencereyi açtığınızda bir başka diyar, bir başka rüzgar, bir başka dünyaya açmış oluyorsunuz gözlerinizi. Siz uyurken oteliniz yüzmüş ve sizi başka bir dünyaya getirmiş çünkü.
Siz bu satırları okurken ben büyük ihtimalle Küba& Karaipler Turu’nda olacağım. Devrimin, değişimin ülkesi Küba... ’İnsan gözünün görebileceği en güzel yer’ demiş Kristof Kolomb. 110.000 km2’ lik yüzölçümüyle, on bir milyondan fazla insana ev sahipliği yapan Küba, Kristof Kolomb’un günlüğünden dökülen satırlarla “Bir insan gözünün görebileceği en güzel yer”. Florida’dan sadece 180 km. uzakta olan bu ülke dünyada son kalan dört komünist devletten biri olarak, süper güç Amerika’ya hala direnmekte.
Başta Avrupa’dan gelen göçmenlerin, ardından köleliğin kaldırıldığı 1886’ya kadar Afrika’dan getirilen zencilerin kızılderililerle karışmasından etnik bir mozaik ortaya çıkmış adada.
Görsel malzeme açısından, bir fotoğrafçı için en tahrik edici yerlerden biri Küba. Her köşede selfie’lik bir sürpriz gizli. Sokaklar renk cümbüşü, Fellini filmlerinden fırlayıp soluğu bu ülkede almış insanlar dolaşıyor ortada. Havana’ya ilk vardığınızda ulaşım araçlarının çeşitliliği şaşırtıyor sizi. Bir yanda at arabaları, hörgüçlü olduklarından, “Camelio “ yani deve dedikleri eski tırlardan bozma otobüsler, bisikletinin ya da motosikletinin arkasında yolcu taşıyanlar diğer yanda yıllardır süren Amerikan ambargosu dolayısıyla eldekini muhafaza etmek zorunda kaldıklarından 1940 ve 50’lerin Amerikan arabaları.
Ülkede para birimi peso ama hiç görmüyorsunuz ki...Turistseniz her şey size özel geliştirilmiş cuc dedikleri para birimiyle. Değeri de hatırı sayılır. Hani İstanbul’dayken çok ucuz olduğunu duyduğunuz Havana, turistseniz feci pahalı. Cup dedikleri yerli halk için farklı bir para birimi var ki hayat onlara ucuz. Hayatı kolaylaştırıcı konforu satın almak için cuc kullanmaları gerekiyor ama neredeyse imkansız kazançlar cup ile olduğu için cuc almak çok pahalı. Biraz karışık değil mi? Okul hayatımızdaki matematik derslerini hatırlatmadı mı bu sohbet size de? Allahtan para harcayacak, alış veriş yapacak pek bir şey yok Küba’ da.
1980’lerde turizmin gelişmesiyle bu sektörde çalışan insanların gözü açılmış. Herkes sistemi delme çabası içerisinde, devlete ait puro dükkanında çalışanlar kaçak puro satıyor, taksici paranın bir kısmını cebe atıyor, turist otobüsü şoförü cama yazdığı koskoca “Bahşişimi unutma!” yazısıyla sizi bilinçlendiriyor.
Kübalılar sıcak ve konuşkan insanlar. Her an bir fincan kahve ya da bir kadeh rom ikram etmeye hazırlar. Müzik ve dans hayatın önemli bir parçası; zaten Küba rumba, mambo, çaça ve salsanın da doğduğu yer. Küçük kasabalarda bile “Casa de la Trova”lar yani dans kulüpleri var. 15 yaşındaki kızların gelin gibi giydirilip topluma tanıtılma partileri de kültürün önemli bir parçası.
Latin Amerika ülkeleri arasındaki en eğitimli uluslardan biri Kübalılar. Ülkedeki kültür evlerinin de bunda önemli bir rolü var. Yuvalar, okullar ve etüt okulları yaygın ve ücretsiz.
Küba, bildiğiniz üzere devrimin yurdu! Ancak, günümüzde ‘değişimin ülkesi’ olarak anılıyor. ‘’1950’lerin o muhteşem Amerikan arabaları; duvarları grafitilerle süslü tam bir renk cümbüşü içindeki sokakları; çiçek satan, fal bakan kadınları; zarif ellerde sarılmış puroları; sabah kahvaltısında dahi içilebilen enfes mojitoları; devrime gönül veren yürekleri ve eşsiz müzikleri artık tarih olacak...’’ endişesiyle turistlerin, seyahat programlarını değiştirerek öncelik sırası verdiği bir ülke halini almış durumda.
Küba, Karayipler’in en popüler ve en kalabalık ada ülkelerinden biri. Turkuaz adaların da en merak edileni! Adanın ilk sakinleri, Güney Amerika’dan bölgeye gelen Guanahatabey ve Kiboni yerlileri imiş. Sonradan Antil Aravakları yerleşmiş. Ardındansa Küba, bir İspanyol kolonisi haline gelmiş. Adanın özerklik taleplerine İspanyolların uzun bir süre kulaklarını tıkaması, çatışmalara ve savaşlara neden olmuş. Kısa süreli reformlar yapılsa da, bir süre sonra sıkıntılar yeniden baş göstermiş. 1898 yılında patlak veren İspanya-Amerika Savaşı, İspanyolların yenilgisiyle ve savaş sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile Küba üzerindeki tüm haklarından vazgeçmesiyle sonuçlanmış.
Kübalı diktatör Fulgencio Batista, 1940’larda ve tekrar 1950’lerde ülkenin lideri olmuş. Küba Devrimi’nin önderi olarak bilinen Fidel Castro’nun diktatöre karşı ilk önemli hamlesi, Santiago de Cuba’da yer alan Moncada Kışlası’na 26 Temmuz 1953’te düzenlediği saldırı. Ancak saldırı başarısızlıkla sonuçlanmış, çoğu asker orada yaşamını yitirmiş ve Castro da tutuklanmış. Küba Devrimi’nin ilk adımı olarak görülen harekat, bu açıdan tarihsel öneme sahip. Sonradan kurulacak örgüte de, saldırının tarihi adını vermiş: 26 Temmuz Hareketi!
1959 yılına gelindiğinde Fidel Castro, 26 Temmuz Hareketi’ni (Movimiento 26 de Julio) başlatmış ve başarıyla sonuçlandırmış. Batista rejimi devrilmiş! Tarihe “Küba Devrimi” olarak geçen olayın perde arkasında ise, elbette sadece Fidel Castro yok. Kardeşi Raúl Castro’yu ve harekatın en başarılı askeri yeteneklerinden biri olarak görülen efsanevi devrimci Ernesto “Che” Guevara’yı da unutmamak gerek! Ülkedeki binaların duvarlarında, dükkanların vitrinlerinde, hediyelik eşyalarda... Che Guevara’yı ülkede her yerde görebilirsiniz. Che’nin, lakabının anlamı gibi orada en yakın ‘’dost’’unuz olacağı kesin.
Burada ‘‘Küba Zamanı’’ denilen bir kavram var. Her şey o zamana göre işliyor. Neyin ne zaman yapılacağı tamamen belirsiz. Hatta yapılmıyorsa, neden yapılmadığı da. Biraz sorgulamaya kalkarsanız, burası Küba, burada ‘’Küba zamanı’’ işliyor, deniyor. Bunu aşmanın tek yolu ise, fazla takılmamak ve ‘’keyif zamanı’’na geçmek. Küba’da keyif zamanı biraz salsa, biraz rom, biraz puro demek… Biraz ritim, biraz müzik, çokça dans demek… Her daim eğlence demek. Sokaklara çıkmak, şenliğe karışmak, adım başı karşınıza çıkacak müzisyenlere ayak uydurmak demek...
Latin Amerika’nın en canlı şehirlerinden biri olan Havana, Küba’nın da en renkli, en ritmik yeri. Fast-food zincirlerinin, kahve dükkanlarının açılmasıyla, yaşamlarının bir anda nasıl değişeceğinden habersiz, restoranlarında, kafelerinde, küçük yol üstü tezgahlarında satış yapmaya devam ediyorlar ve ambargonun kalkmasını umuyor Kübalılar.
Havana’yı hakkıyla gezmek için birkaç günden fazlası gerekiyor. Ancak gemi seyahatlerinde kısıtlı zamanınız olacağı için en azından görmeden dönmemeniz gereken yerleri yazıp işinizi biraz kolaylaştırmak istiyorum. Devrim Meydanı; Havana Kalesi; Atatürk Heykeli; Eski Şehir bölgesi; günümüzde Devrim Müzesi’ne ev sahipliği yapan, 1959 devrimine kadar 22 başkan tarafından kullanılmış eski başkanlık rezidansı; Ernest Hemingway’in konakladığı Ambos Mundos Oteli; 1777’de tamamlanan ve Aziz Cristobal’e adanan katedral ve Rom Müzesi, mutlaka gezilmeli.
Vaktiniz olduğu sürece, en azından bir puro fabrikasını da ziyaret etmelisiniz. Sevdiklerinize alacağınız purolar için bu fabrikaların satış dükkanları ideal. Kentte satılanlara kıyasla epeyce pahalı olsa da, sahte ürün alma riskine girmek ve gümrükte sorun yaşamak istemeyenler için uygun. San Jose el ürünleri pazarı da pek çok ürünü bir arada bulabileceğiniz bir yer. Romlar, bambu sepetler, Che tişörtleri ve şapkaları alabileceğiniz en güzel hediyelikler.
Bir başka gezim de sıcak Karayipler’de sonra Kuzey Avrupa’nın serin diyarları olacak. Yolculuğumuzun durakları Kopenhag-Danimarka, Stockholm-İsveç, Tallinn-Estonya ve St.Petersburg-Rusya. Haydi gelin biraz kuzeyin incilerini anlatayım sizlere.
Bir varmış bir yokmuş, denizlerin derinlerinde pek meraklı bir deniz kızı yaşarmış.
Babasına ait krallıkta, mutlu mu mutluymuş. En büyük isteği 15 yaşına geldiğinde suyun üzerindeki hayatı görmekmiş. Gelgelelim o gün gelip de yıllardır hayal ettiği güzelliklerle karşılaştığında deniz kızı bir prense aşık olmuş. Prensle beraber olmak uğruna sesinden feragat edip, ayaklara kavuşmuş, ama sesini duyuramadığından sevdiğine bir türlü derdini anlatamamış… En sonunda da bir köpüğe dönüşmüş…
İşte böyledir Danimarkalı Hans Christian Andersen’in Küçük Deniz Kızı masalı.
Yapıtları İncil’den sonra en fazla dile çevrilmiş yazar Hans Christian Andersen hemen bir çırpıda sayılabilecek pek çok masalın yaratıcısı. Kurşun Asker, Kibritçi Kız, İmparatorun Yeni Elbisesi, Çirkin Ördek Yavrusu gibi 174 masala imzasını atmış. Küçük Deniz Kızı da o meşhur masallardan biri . Peki neden şimdi size bu masalı anlattım derseniz, o meşhur heykel bir kentin simgesi olmuş. O kent neresi miymiş? Biz ona Kopenhag diyoruz. Kopenhag neresi miymiş? Aşk olsun elbette ki Danimarka’nın başkentiymiş. Danimarka, ziyaretçilere tüm sırlarını birkaç günde aktaracak kadar küçük bir ülke derler. Ancak binlerce yıla dayanan geçmişiyle yüz ölçümünü fersah fersah geride bırakan bir tarihi var bu küçük ülkenin. Mitolojiye göre tanrıça Gefion öküze çevirdiği dört oğluyla İsveç’ten toprak koparıp, yaratmış Kopenhag’ın kurulduğu yarımadayı. Gefion Çeşmesi de işte bu efsaneyi simgeliyor limana bakan alanda. Çeşmede oğullarını kamçılayan tanrıça sembolize ediliyor.
Mitoloji bir yana bırakırsak ‘Danimarka’ kelimesi Vikingler’e kadar dayanıyor. Bu isim Millattan Sonra 900’lerde Danimarka’ nın tarihinin anlatıldığı meşhur Jelling Taşı’na kazınmış. Kopenhag’ı 1167’de asıl kuran Absalon’muş. Şehir 15. yüzyılda Norveç’le İsveç’in başkenti, kraliyetin de merkezi olmuş.
17. yüzyıla kadar Avrupa’nın süper güçleri arasında yer almış. Danimarkalıların hayatı İngiltere ile savaşmakla geçmiş dersem abartmış olmam. Vikinglerin torunlarının 1013’de İngiltere’ye hakim olmasıyla gelmiş süper güç yakıştırması. İşte bu dönemde Danimarka ve Kopenhag altın çağını yaşamış.
Zaman içinde İsveç ile sıkı olan ilişkiler bozulmaya başlamış. İsveçli soylular Danimarka egemenliğinde yaşamak istememiş. Hatta Baltık Denizi’ni kim kontrol edecek kavgasına kadar gitmiş işler. Bu hakimiyet mücadelesi 200 yıl sürecek Danimarka-İsveç gerilimini başlatmış yani İttifak bozulmuş savaşlar başlamış.
Bunlardan en önemlisi büyük kuzey savaşı olmuş. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya da gizliden taraf olmuş bu muharebeye… Osmanlılar İsveç’i, Ruslar ise Danimarka’nın da bulunduğu ittifak güçlerini desteklemiş.
Tarihimizin belki de en renkli savaşı da bu süreçte yaşanmış. Rus Çariçesi Katherina ve Baltacı Mehmet Paşa dediğimde hatırlayacağınız Prut Savaşı, Osmanlının İsveç’e verdiği desteğin bir göstergesi olmuş.
Neyse uzatmayıp Danimarka ile devam edeyim...Ülke 1848’de meşrutiyete geçmiş, bugün hala sembolik de olsa kraliyet ailesi yönetimde. 1940’da Nazi ordusu tarafından işgale uğramış. Ardından 1945’te bağımsızlığını yeniden kazanmış.
Günümüzde dünyaya parmak ısırtacak yaşam standartlarıyla Avrupa’nın gözbebeği ülkelerden biri olma özelliğini sürdürmeye devam ediyor...
57 köprüyle birbirine bağlanan 14 ada üzerinde bir şehir.
Stockholm kuzeyin Venedik’i, Köprülerin Şehri, suyun kenarındaki güzel gibi unvanlara da sahip. 2002 yılında kuruluşunun 750. Yıl dönümü kutlanılan Stockholm’de 57 köprü adaları bağlıyor, kışın ise Malaren Gölü buz tuttuğu için köprülere gerek kalmıyor, yürüyerek ya da buz pateni yaparak adalar arasında gidip geliyorlar. Şehirde kayıtlı 250 bin özel tekne bulunuyor. Stockholm bir hafta sonu kaçamağı için ideal. Kış haricinde giderseniz sürprizleriyle sizi kucaklamaya hazır.
Öyle bir şehir ki dolaşırken adadan adaya atlıyorsunuz! Stockholm aynı zamanda Dünya’nın en yaşanılabilir ve en çevre dostu şehirlerinden biri. İskandinavya’nın başkenti diyorlar bırakın İsveç’i. Kentin dörtte biri yabancı. 50 bin civarında da Türk yaşadığı tahmin ediliyor.
İsveç 1140 kale, 1000 Orta Çağ kilisesi, 28 milli park, 10 bin km’lik bisiklet ve doğal yürüyüş yolları ile her çeşit turiste ilginç gelen bir ülke. Avrupa’nın beşinci büyük yüzölçümüne sahip İsveç’in neredeyse yarısı ormanlarla kaplı. 1000 yıl önce Vikinglerin yaşadığı Stokholm 1252 yılında Birger Jarl tarafından kurulmuş. 1430’a kadar Danimarka’nın kontrolü altında olan ülke İsveçlilerin ayaklanması ile birlikte el değiştirmiş ve 1435’de ilk İsveç Parlamentosu toplanmış.
1520’lerde ülkeyi yöneten Kral Gustav Vasa İsveç’in Atatürk’ü gibi. İsveç Kraliyet Ailesi dünyanın en eski monarşilerinden biri olarak geçiyor. Şu anki Kral 16.Karl Gustav’ın İsveç’te sembolik bir rolü var. Büyük kızı Victoria babası öldükten sonra tahta geçecek. Victoria geçtiğimiz yıllarda ülkemizi ziyaret etmişti.
Beşikten mezara sosyal güvenlik sistemine sahip ülkede vergiler çok yüksek, dolayısıyla üst düzey maaşların %60’ı vergiye gidebiliyor. O yüzden sokaktaki arabalar yeni ama mütevazı, İstanbul sokaklarında gördüğünüz lüks araçlar İsveç’te pek karşınıza çıkmıyor. Ericsson’un yaratıcısı olarak gurur duyan İsveçliler Saab’ı General Motors’a, Volvo’yu da Ford’a kaptırmışlar.
Stockholmlüler, 38 park bulunan şehirlerinin üçte birinin orman, üçte birinin su, kalanının da kara olmasıyla övünüyorlar. Stockholm yakınında muhteşem ahşap evlerle süslenmiş, yaklaşık bin tanesinde insanların yaşadığı 24 bin ada bulunuyor.
Yazın beyaz gecelere şahitlik etmek için en doğru adres olan Estonya’nın başkenti Tallin adeta kuzeyin Prag’ı gibi. Sadece 1,4 milyon nüfusa sahip olan ülkede devrim şarkılarla gerçekleşmiş, Festival Meydanı’nda toplanan yüz binler özgürlük taleplerini şarkılarla dile getirmişler. Ruslara bu sahnede düşen ise dönüp gitmek olmuş.
Üç Baltık ülkesinin en küçüğü olan Estonya yüksek teknoloji konusunda büyük bir isim. Bazıları Baltıkların Silikon Vadisi, bazıları da Estonya diyor. Hiçbir şey tesadüf değil, 1950’lerde Sovyetler Birliği Tallinn Sibernetik Enstitüsü’nü burada kurmuş. Estonyalıların dörtte üçü vergilerini internet aracılığıyla yatırıyor, çoğu oyunu diz üstü bilgisayarından kullanıyor, otopark ücretini de cep telefonuyla ödüyor. Kablosuz internet sinyalleri şehirde her köşe başını kaplamış.
Adı Danimarka kasabası anlamına gelen Tallinn 20. yüzyıla kadar el değiştirmiş. 1920’de Rusların egemenliğine girmiş, bir süre bağımsızlık mücadelesi verilmiş ama 1939’da Sovyet orduları Estonya’yı geri almışlar, ta ki 1991’ kadar.
Başkent Tallinn surlarla çevrili bir Orta Çağ güzeli, dar sokaklar, göğe yükselen kuleler, Arnavut kaldırımı sokaklar insanı bir anda bir masalın içine sokuyor. Tallinn’de önce adı Vanalinn olarak geçen tarihi şehrin en yüksek noktasına Parlamento’nun olduğu meydana çıkın, aşağıya Belediye Meydanı’na doğru inerken, sadece sokakların değil tarihin yaprakları arasında da kaybolacaksınız.
Fat (Tombul) Margaret ve Tall (Sırık) Hermann Kuleleri, Alexander Nevsky ve St Mary’s katedralleri, Uzun Bacak (Pikk Jalg) Sokağı, St. Nicholas Kilisesi,124 metrelik kulesi olan St. Olaf’s Kilisesi ve Belediye Binası eski şehirdeki sürprizlerden bazıları. Viru Kapısı ise tarihi şehre aşağıdan girdiğinizde karşınıza çıkan kapı.
Tallinn’in tarihi bölümü UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesinde. Surların arasında 26 savunma kulesi var. En tepedeki pembe bina 13 ve 14. yüzyıllarda inşa edilmiş olan Toompea Kalesi bugün parlamento binası olarak kullanılıyor. Parlamento’nun karşısında bulunan Alexander Nevsky Rus Katedrali soğan kubbeli renkli bir yapı, 1894’de Çar Alexander tarafından yaptırılan binanın içi İncil’den sahnelerle dolu.
Kubbelerin tepesindeki haçlara bakın, haçların altında hilal göreceksiniz. Osmanlıları yendiklerinde öyle mutlu olmuşlar ki bunu haçların altına koydukları Osmanlı hilali ile göstermişler. Bunu Rusya’daki değişik yerlerde de göreceksiniz. Yolunuz düşerse, St. Petersburg’daki Peterof Sarayı’nın kubbelerine de bir göz atın.
Gotik mimari tarzda yapılmış olan Belediye Binası 600 yaşında ve Avrupa’nın en eski belediye binalarından biri. İçindeki tuvalet dünyanın en yüksek tuvaleti çünkü 77 metrelik kulenin altına yapmışlar! Adının verildiği Belediye Meydanı (Raekoja Plats) şehrin en kalabalık noktası, dört bir yan restoran ve kafelerle dolu. Avrupa’nın en eski eczanesi burada ve hala hizmet veriyor, aklınızda olsun bir diğeri de Hırvatistan Dubrovnik’te.
Barok tarzda devasa bir salonu olan Kadriorg Sarayı Deli Petro’nun karısı Katerina’nın adını taşıyor. İçinde Hollandalı ve Flaman sanatçıların eserlerinin olduğu bir sanat müzesi ve Deli Petro’nun kullandığı mobilya ile eşyalar bulunuyor. Sarayın güzel bir parkı ve havuzu var, arkasında da Estonya Cumhurbaşkanı’nın ikametgahı.
Deli Petro’nun şehri Ülkenin ikinci büyük kenti, önde gelen bir sanayi ve kültür merkezi olan St.Petersburg adını en önemli çarlardan biri olan Deli Petro’dan almış. Büyük Petro Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü yerde Rusya’nın en modern şehirlerinden biri olan St. Petersburg’u başkent olarak inşa ettirmiş. On yaşında tahta geçen Deli Petro ‘nun en büyük hayali güçlü bir donanmaymış, bunun için de kendi adını verdiği şehirde tersaneler yaptırmış ve savaş esiri 40 bin İsveçliyi kullanarak ilk bayındırlık faaliyetlerini başlatmış.
2,04 m. boyundaki Petro’nun ayakları 38 numaraymış, büyük görünsünler diye kocaman ayakkabılar giyermiş. Adamcağız on parmağında on marifet ileri görüşlü bir lider. O yüzden bütün dillerdeki adı “Büyük Petro”. Bir tek Türkler deli demiş. Genetik kodlamamızda değişen hiçbir şey yok. Asırlar önce de deli dermişiz, büyük işler becerene…
Rasputin, Çaykovski, Şostakoviç ve Rimski Korsakov, hayatlarının büyük bir bölümünü burada geçiren birçok ünlüden sadece bazıları. Puşkin ise eğitimini St. Petersburg’da yapmış, buradan sürgüne gönderilip burada öldürülmüş. Dostoyevski “Suç ve Ceza” adlı romanını bu şehirde yazmış. Rus çarları 1917 Mart’ına kadar iki yüzyıl boyunca, Rusya’yı St. Petersburg’dan yönetmişler. Aynı yıl Lenin sürgünden bu şehre dönmüş, burada Bolşevik Partisi’ni iktidara hazırlamış ve sonunda da başarılı olmuş. St. Petersburg, 1917’de Şubat ve Ekim devrimlerine, şahitlik etmiş.
1712-1918 yılları arasında başkent olarak kalan şehrin adı 1924’te Leningrad diye değiştirilmiş, komünizm çöktükten sonra eski ismine yeniden kavuşmuş. II. Dünya Savaşı’nda da Almanlara karşı gerçekleştirilen, tarihin en büyük savunmalarından birine sahne olmuş. Almanlar şehri 900 gün kuşatmışlar, yarısı açlıktan olmak üzere 670 bin kişi hayatını kaybetmiş. Savaş bitmiş, Almanlar gitmiş ama tüm Rusya’ya maliyeti tam 20 milyon can olmuş.
İnsanlar tam rahat edecekken bu sefer de öldüğü yıl olan 1953’e kadar Stalin terör estirmiş. 25 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı ve Yeltsin Rusya’nın başkanı olurken St. Petersburg’un tarihinde de yeni bir sayfa açıldı. Ünlü yazar Dostoyevsky, dünyanın en muhteşem şehri diye tanımlamış, çarların şehrini.
Dünya tarihi için önemli olan çok sayıda esere sahip St.Petersburg, UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde de yer alıyor. Beş milyonluk şehirde eğitim seviyesi o kadar ileride ki nüfusun %30’u üniversite eğitimli. St. Petersburg Rusya’nın batıdaki penceresi ve kuzeydeki Venedik olarak da adlandırılmış. Şehirde yaşayanlar burası Rusya’nın “Kültürel Başkenti” diyorlar.
Beyaz Geceler denilen dönemde Avrupa’nın kuzeyinde günler iyice uzun, dolayısıyla geceler aydınlık oluyor. Bunu görebileceğiniz yerlerden biri olan St. Petersburg gecenin neredeyse hiç yaşanmadığı bir şehir. Beyaz Geceler 25 Mayıs’da başlıyor ve 16 Temmuz’a kadar yaklaşık 50 gün boyunca sürüyor. 22 Haziran’da gün neredeyse 19 saat sürüyor. Vücut düzeniniz şaşıyor, yatmak istiyorsunuz ama dışarısı aydınlık. Kışınsa bunun tam tersi söz konusu. 22 Aralık’ta gün sadece 6 saat sürüyor, sonrası hep alaca karanlık.
Aziz Isaac Meydanı, Deli Petro ile aynı günde doğmuş olan azize adanmış. Meydanın en önemli yapısı aynı adı taşıyan katedral. Kırk yılda yapılan ve 1858 yılında bitirilen binada herbiri 114 ton ağırlığında 48 sütun var. Sırf kubbesi için 100 kg. altın kullanılmış. Tam bir mimarlık şaheseri. Dünyanın en büyük Ortodoks Katedrali’nin yüksekliği 101,5 metre, kapasitesi ise 12 bin kişi.
Şu anda Belediye Binası olan Mariinsky Sarayı, meşhur Astoria Hoteli, Donanma Binası ve sansürcü kimliğiyle tanınan I. Nikola’nın anıtı meydanı süsleyenler arasında. Katedralin girişi paralı, kubbesine çıkıp manzarayı seyredebilirsiniz.
Rusya’nın denizlerdeki gücünü gösteren donanma birkaç binadan oluşuyor ve Hermitaj Sarayı’nın yanında bulunuyor. İnşaatı 1704 yılında başlayan kompleks aynı zamanda tersanelerin de bulunduğu yer. Deli Petro şehrini inşa ederken St. Petersburg’a gelen herkesin taş getirmesini emretmiş, getirmeyenden de vergi alınmış.
Donanma da şehirdeki önemli taş yapılardan biri. İçindeki 72 metrelik kulenin üstünde uzaktan küçücük duran ama iki metre yüksekliğinde, gemi şeklinde bir rüzgar gülü var. Yakınındaki bina (Manege) eskiden atların ve jokeylerin eğitimi için kullanılmış, bugünse bir sergi salonu olarak hizmet veriyor. Donanma’nın yanındaki meydana 1825’deki Aralık Darbesi burada yapıldığından Aralık Meydanı adı verilmiş. Burada Deli Petro’nun bir heykeli var. Heykele Puşkin’in yazdığı bir şiirden dolayı “Bronz Süvari” adı verilmiş. Heykelin önünde yeni evlenmiş çiftleri fotoğraf çektirirken görürseniz şaşırmayın, şehirdeki geleneklerden biri.
Vasilyevsky Adası kentin içindeki Neva nehrinin küçük ve büyük Neva olarak ikiye ayrıldığı noktadaki adanın uç kısmında bordo deniz fenerleri şeklinde Rostral Sütunları bulunuyor. Gazla aydınlatılan fenerleri gemilere yol göstermesinden ziyade dekor maksatlı yapmışlar.
Sütunların arkasında, üzerinde Denizler Tanrısı Poseidon heykeli bulunan bej bina eski Borsa Binası, bir ara Denizcilik Müzesi olarak da kullanıldı, sonra tekrar borsa oldu. Bu noktadan şehrin ve nehrin güzel bir manzarası var. Öndeki fıskiye çalıştığı zaman manzaraya apayrı bir güzellik katıyor. Adada Bilimler Akademisi, Sanat Akademisi, bakanlık ve eski gümrük binaları bulunuyor. Bilimler Akademisi’nin kütüphanesinde 17 milyon kitap bulunuyor, Sanat Akademisi’nin önünde de 3300 yıllık Mısır Sfenksleri var.
Şehrin tarihi merkezi olan bu kale Hz.İsa’nın en önemli iki havarisinin adını taşıyor. İnşa edildiği 27 Mayıs 1703 şehrin de doğumgünü olmuş. Kalenin içinde bu iki azize adanmış bir katedralle, Deli Petro’nun ilk gemisinin birebir modeli var. Deli Petro’dan sonra tüm Rus hanedanı, son Çar II. Nikola da dahil olmak üzere buraya gömülmüş. Kale hiçbir savaşta savunma amacıyla kullanılmamış ama 18. yüzyılın sonundan itibaren hapishane görevi görmüş, Dostoyevski, Gorki ve Troçki gibi önemli isimleri ağırlamış. İçindeki katedralin çan kulesi 122,5 metre ve şehrin en yüksek noktası. Hergün saat 12.00’da kaleden top atışı yapılıyor.
Kalenin devamında Semerkant’taki Timurlenk Türbesi’ni andıran mimarisiyle Tatar Camii var. Cami 1913’te ibadete açılmış, 1940’da kapatmış ve sebze deposu yapmışlar. 1956’da tekrar açılmış. Stalin döneminde sadece cami değil, kilise ve sinagoglar da kapatılmış. Bir tek Aya Nikola ve Aya Vladimir kiliseleri açık kalmış, 400 kilise tahrip edilmiş. Bugün şehirde 120’nin üzerinde dini müessese var. St. Petersburg’da yaşayan ve ağırlıkla inşaat sektöründe çalışan Türkler de camiyi kullanıyor.
Sıçramış Kanlar (Yeniden Diriliş) Kilisesi ismini Çar II. Alexander’ın burada 1881 yılında suikaste uğramasından almış. 25 yılda bitirilen binanın dış cephesinde yüzlerce metrekare mozaik kullanılmış. Öylesine cıvıl cıvıl ki, beş kubbesiyle beraber masal aleminden fırlayıp, şehrin ortasına kondurulan bir pasta evi hatırlatıyor.
En yüksek kulesi 81 metre ve suikastın yapıldığı yılı sembolize ediyor. İkinci kule 67 metre ve çarın öldürüldüğü zamanki yaşını gösteriyor. 1907’de tamamlanan bina, Moskova’nın Kızıl Meydanı’ndaki Aziz Vasili Katedrali’ni andırıyor. Sovyet döneminde patates deposu olarak kullanılmış.