Sanat dünyasının en özgün figürlerinden Mark Rothko, soyut dışavurumculuğun öncülerinden biri olarak 20. yüzyıl sanatına damgasını vuran bir ressam. Yaşamı boyunca renkleri ve biçimleri kullanarak duygusal bir derinlik yaratma çabasına girişmiş olan Rothko, soyut sanatın sınırlarını zorluyor ve izleyiciyi renklerin içinde bir yolculuğa çıkarıyor.
Mark Rothko, 25 Eylül 1903 tarihinde Rus İmparatorluğu'na bağlı Dvinsk -şimdiki Daugavpils, Letonya- şehrinde doğdu. Genç yaşlarda sanata ilgi duymaya başlayan Rothko'nun ailesi, 1913 yılında ABD'ye göç etti. Mark Rothko'nun asıl adı Marcus Rothkowitz'di ancak ABD'de artan Nazi etkisinden duyduğu korku, 1940 itibariyle sanatçının, İngilizceleştirilmiş adını benimsemesine yol açtı.
Beş yaşından itibaren geleneksel Yahudi okuluna giden Mark Rothko, burada Rusça, Yidiş ve İbranice konuşmayı öğrendi. ABD'ye göç ettikten sonra öğrendiği İngilizce ise dördüncü diliydi. New York'taki Yale Üniversitesi'nde öğrenim gördükten sonra, resim eğitimine devam etmek amacıyla New York Şehri'ne yerleşti. Renk ve yüzeyin zenginliğine önem veren Hans Hofmann, Mark Rothko'nun öğretmeniydi. Hofmann'ın etkisini, Rothko'nun eserlerinde de görmek mümkün.
Kendi kuşağının önde gelen sanatçılarından biri olan Mark Rothko, 1940'larda Amerikan sanatında yeni bir kolektif ses olarak ortaya çıkan bir ressamlar topluluğu olan New York ekolüyle yakından özdeşleştiriliyor. 50 yıla yayılan kariyeri boyunca, soyut resmin yeni ve tutkulu bir biçimini yarattı. Rothko'nun sanatsal gelişimi, başlangıçta figüratif resimlerden soyut dışavurumculuğa geçişini içeriyor. İlk dönem eserlerinde natürmortlar ve figüratif temalar görmek mümkün. Ancak, zaman içinde soyut ifadeye yönelerek, eserlerindeki geometrik formları ve renkleri özgürce kullanmaya başladı.
İlk çalışmaları, terk edilmiş şehir manzaralarındaki insan bedenlerine ya da klasik mitlere odaklanan figüratif çalışmalardı, ancak sonunda anlamın birincil taşıyıcısı olarak renge odaklanmaya başladı.
Freud ve Jung'un psikanalitik teorilerine ilgi duyan Mark Rothko, 1940 yılında resim üretimini tamamen durdurarak Freud'un "The Interpretation of Dreams (Rüyaların Yorumu)" ve Sir James Frazer'ın mitoloji üzerine önemli bir çalışması olan "Golden Bough"a odaklandı. Rothko, otomatizm ve Jungcu biyomorfizmi ile deneyler yaptı. Kompozisyonlarında bitki, hayvan, insan ve balık formlarını yumuşak ışıklı zeminlerde şemalar halinde birleştirdi. Bu erken dönem çalışmalarını "insan, kuş, canavar ve ağacın -bilinen ve bilinmeyen- tek bir trajik fikirde birleştiği panteizm" olarak tanımladı. Freud'un psikanalitik fikirlerini, resminin ana odağı olan Yunan trajedisiyle uzlaştırdı ve sanatın bilinçdışını bir zamanlar mitolojik semboller ve ritüellerin yaptığı gibi özgürleştirmesi gerektiğine inandı. "Coşkulu trajik deneyim, benim için sanatın tek kaynağı."
1940'ların sonlarına doğru tuvallerinin boyutunu genişletti ve anıtsal ölçekte çalışmaya başladı. Çizgisel işaretleri renk bulanıklığına dönüştü ve sonunda kompozisyonlarını aydınlık zeminler üzerinde yığınlar halinde iki ya da üç kabaca dikdörtgen şekle indirgedi. Yöntemini "bilinmeyen bir uzamda bilinmeyen maceralar" olarak tanımladı, "herhangi bir tikelle doğrudan ilişkiden ve organizma tutkusundan" uzaktı. Mark Rothko'ya göre renk, "temel insani duyguları ifade eder - trajedi, coşku, kıyamet... Resimlerimin önünde ağlayan insanlar, onları yaparken yaşadığım dini deneyimin aynısını yaşıyorlar. Ve eğer siz, sadece renk ilişkilerinden etkileniyorsanız, o zaman asıl noktayı kaçırıyorsunuz demektir."
Mark Rothko, geç dönem resimlerini izlemek için kesin talimatlar verdi. İzleyicinin, tuvalden 45 cm uzakta durmasını önerdi. Eserlerinin, izleyicinin vücuduna tamamen dönük olacak şekilde nispeten alçak bir yere asılması gerektiğini; izleyicilerin resme tam olarak dalabilmeleri için resimlerin asılı olduğu odayı her seferinde yalnızca bir ya da iki kişinin işgal etmesi gerektiğini açıkladı.
Mark Rothko'nun en tanınmış eserleri, genellikle büyük renk alanları ve renk blokları içerenler. Zaman içinde, bu renk alanları arasındaki etkileşim ve duygusal yoğunluk, ressamın eserlerindeki belirleyici özellikler haline geldi. Renklerle duygusal bir derinlik ve spiritüel bir deneyim yaratma çabası, Rothko'nun sanatının temel taşlarından biri.
Mark Rothko'nun eserlerine baktığınızda ne ifade ettiğini düşünüyor olabilirsiniz. Figürden uzak, renklerin düzenli kullanımı ile sade ve minimal eserler üreten Rothko, aslında izleyicide ne tür duygular yaratmayı amaçladığını şu sözlerle açıklıyor: "Ülkenin her yerinde, gezginlerin ya da avarelerin bir saatliğine gelip küçük bir odaya asılmış tek bir resim karşısında ve kendi başına düşünebilecekleri küçük bir şapel gibi küçük yerler kurulsa iyi olurdu." Rothko'nun hedefi; spesifik bir cümle, düşünce veya duygu yaratan eserlerden ziyade seyircinin, karşısında uzun saatler geçirebileceği, adeta meditasyon etkisi yaratan resimler yapmaktı.
İlginçtir ki Mark Rothko'nun tanınırlığı, biraz da CIA sayesinde oldu. İki eski CIA ajanı tarafından 22 Ekim 1995 tarihinde yayımlanan bir makaleye göre; soyut dışavurumculukta insan figürlerinin yer almaması ve eserlerin, sınıf savaşı sorunundan kaçınması nedeniyle CIA, bu sanatsal hareketin tanınması ve medyada yer almasını amaçlayan bir programı finanse etmek istedi. MoMa'nın eski yönetici sekreteri ve eski bir CIA ajanı olan Tom Braden, bu durumu şöyle açıklıyor: "Bence bu, CIA'in sahip olduğu en önemli bölümdü ve bence Soğuk Savaş'ta belirleyici bir rol oynadı." Sanatçıların, bu finansmandan haberdar olmaması çok muhtemel olsa da İngiliz tarihçi Frances Stonor Saunders, soyut dışavurumculuğun CIA'in yardımı olmadan bu kadar tanınmayacağını ve kutlanmayacağını öne sürüyor.
Mark Rothko'nun öne çıkan projelerinden biri, Houston, Teksas'ta bulunan Rothko Şapeli. Sanatçının renklerle yaratmak istediği derin spiritüel deneyimi zirveye taşıyan bu şapel, onun sanatsal mirasının bir parçası olarak önemini koruyor. Mezhepsel olmayan şapel, John ve Dominique de Menil tarafından Houston Teksas'ta kuruldu; sekizgen iç mekanın meditatif alanını üretmesi için 1964 yılında Rothko'yu görevlendirdiler. Mark Rothko, şapelin içini üçü triptik olmak üzere 14 resimle ve tekil resimlerin sergilendiği beş duvarla doldurdu. Rothko, 1964'ten 1967'ye kadar şapel resimleri üzerindeki çalışmak için Manhattan'daki stüdyosunun içini, sekizgen mekana ve şapelin aydınlatmasına benzeyecek şekilde yeniden inşa etti ve mekan boyunca duvarları taşıyan bir dizi makara kullandı. Bu resimler, onun en kasvetli ve düşünceli resimlerinden bazıları. Ancak ne yazık ki Rothko, nihai kurulumundan önce öldüğü için tamamlanmış şapeli hiç görmedi. Rothko Şapeli olarak anılan bu proje, sanatçının son büyük sanatsal ürünü olarak önemli bir yere sahip.
Mark Rothko'nun depresyonu ve inzivası, içki içmesiyle daha da şiddetlendi. 1970 yılında Rothko, New York'ta intihar etti ve geride bir intihar mektubu bırakmadı. Arkadaşlarından John Hurt Fischer, "Mark Rothko, neden intihar etti?" sorusuna şu yanıtı veriyor: "Farklı açıklamalar duydum; sağlığı kötüydü, altı aydır hiçbir şey üretmemişti, kararsız zevkleri daha genç, daha aşağı ressamlara yönelen bir sanat dünyası tarafından reddedildiğini hissetti. Belki de bunların hepsinden biraz vardı, bilemiyorum. Ama benim sezgim, uzun süredir devam eden öfkesinin, nedenlerden biri olduğu yönünde. Çünkü bu, kaderinde tapınakları resmetmek olduğunu bilen ve tuvallerinin sadece sıradan ticari mallar olarak görüldüğünü gören bir adamın haklı öfkesiydi."
Mark Rothko'ya adanmış en büyük sergilerden biri, Fondation Louis Vuitton'da izleyiciyle buluşuyor. Bu sergi, 1999 yılından bu yana Fransa'da gerçekleşen ve Mark Rothko'ya adanmış ilk retrospektif. Mark Rothko retrospektifi; Washington D.C.'deki Ulusal Sanat Galerisi, Londra'daki Tate Galerisi ve sanatçının ailesi de dahil olmak üzere en büyük uluslararası kurumsal ve özel koleksiyonlardan yaklaşık 115 eseri bir araya getiriyor. 2 Nisan 2024'e dek Fondation Louis Vuitton'da gerçekleşen sergi, sanatçının ilk figüratif resimlerinden en çok bilinen soyut çalışmalarına dek tüm kariyerinin izini sürüyor
Mark Rothko retrospektifi, 1930'larda Mark Rothko'nun üretiminde hakim olan New York metrosu görüntüleri gibi samimi sahneler ve kentsel manzaralarla açılıyor. Ardından Rothko'nun savaş sırasında insanlık durumunun trajik boyutunu ifade etmek için kullandığı antik mitlerden ve sürrealizmden esinlenen bir repertuar ile devam ediyor.
Bu erken dönem eseri, magenta, siyah ve yeşilin turuncu bir zemin üzerindeki etkileyici kombinasyonunu sunuyor. Rothko'nun soyut ifade tarzının öncülerinden biri.
Bu eser, Rothko'nun karakteristik renk bloklarıyla örülü ve onun soyut dışavurumculuğunun mükemmel bir örneği.
Bu eser, sarı, pembe ve lavanta renklerinin etkileşimini içeren büyük bir tuval üzerinde, Rothko'nun karakteristik renk blokları ile dikkat çekiyor.
Yine büyük boyutlu bir tuvalde, turuncu ve mavi tonların yoğunluğu ile öne çıkan bu eser, izleyiciyi renklerin içsel titreşimine çekiyor.
Sıcak renk tonları ve renkler arasındaki dinamik etkileşim, Rothko'nun eserlerindeki duygusal zenginliği sergiliyor.
Bu eser, sanatçının soyut ifade tarzının en iyi örneklerinden biri ve Rothko Şapeli'nde bulunan panellerden biri.
Bu eser, siyah bir şeridin ortaya çıktığı büyük bir renk alanını içeriyor. Siyah çizgi, izleyiciye derin bir algısal deneyim sunuyor.
Bu eser, sıcak ve soğuk renk tonlarının bir araya geldiği, soyut bir manzarayı temsil ediyor. Renkler arasındaki kontrast, izleyicide derin bir etki bırakıyor.