İnsan sevilmeden sevemez mi? Sevebilir... Bu cümleleri okuyunca akla ilk gelen hemen platonik bir aşk oluyor. Oysa ki anlatılmak istenen platonik aşkın da ötesinde. Sizce bir insan sevilmeden, sevildiğini bilmeden sevebilir mi? Platon sevebileceğini düşünüyor, peki ya siz? Sevginin ve sevmenin tanımına bakacak olursak; sevgi, derin dostluk ve sevecenlik duygusu, bir şeye karşı duyulan bağlılık olarak tanımlanabilir. Sevmek içinse bu bağlılığı, sevecenlik duygusunu eyleme dökme hali diyebiliriz. Peki sevmeyi nasıl öğreniyoruz? Sevmek bir karardır, çok yüksek enerjisi olan bir karar. Dünyaya ilk geldiğimiz an annemiz ile kurduğumuz ilk temasta sevmeyi öğrenmeye başlıyoruz aslında. Sevginin en saf, en yüce halini o an deneyimleme şansına erişiyoruz. Daha sonra yaşadığımız deneyimler ya bizi katılaştırıyor, ya da sevgiyi deneyimlememize olanak sağlıyor.
Bir insan kendi değerini kendisi mi yaratır? Yoksa dışarıdan ona atfedilen güzel sıfatlarla mı bir değere kavuşur? Biricik olarak doğduğumuz dünyada, eşimiz benzerimiz yokken, değersiz hisseden onlarca insan neden? Neden bu kadar ihtiyaç duyuyoruz insanların övgüsüne,onaylanmaya, takdir edilmeye? Üçüncü şahısların bizimle ilgili fikirleri neden bu kadar önemli... Bu rekabetçi dünyada başka nasıl kendimizi fark edeceğiz ve ettireceğiz diyorsunuz değil mi? Haklısınız.
Rekabet içinde olmak bunu gerektirir, rekabet yani bir diğerine göre daha iyiye ulaşma, daha iyi sonucu alma, daha ve dahalar... Yazarken bile ne kadar yorduğunu farkettim bu kelimenin beni, bir de sürekli hayatımda bunu yaşadığımı düşünemiyorum. Evet rekabet kimi yerde gerekli olabilir ancak bu hayatımızın bir parçası haline geldiği noktada, kendi değerimizi bile başkalarının fikri üzerinden yaşantılama eğilimine gireriz ki işte o noktada benliğimizi tamamen yitirme tehlikesiyle yüzleşiriz. Rekabet etmek... Daha iyisi olmak, daha zengin, daha başarılı, daha güzel, daha yakışıklı... Nereye kadar? Sınır kim? Limit neresi? Kimden daha iyi? Sonu gelmeyen bir merdiven gibi değil mi? Birini aştıkça bir başkası ve yine bir başkası... Sonunda elde kalan ise büyük bir hiçlik duygusu ve depresyon.
Maddi varlık üzerinden tatmine uğraşmak, yüzeyselliğin getirdiği anlık ama sonu gelmeyen hazlar... Dünyaya biricik olarak gelen bizlerin hak ettiği bu mu sizce? Sadece üç dakika şunu düşünün: Şu an sahip olduğunuz bütün herşeyi elinizden alıyorlar. İşiniz, paranız, fiziksel görünümünüz... Sizi tatmin edecek ne kalıyor geriye? Aile, arkadaşlar bunları da aldıklarını düşünün, bir başınasınız ve hayatta kalmak durumundasınız... Nasıl ? Elinizde ne var ve bu elinizdekileri ne şekilde kullanarak kendinize yeni bir hayat inşa edersiniz? Yetenekleriniz neler? Fikirleriniz neler? Başkalarının takdiri,onayı ve size yükledikleri sıfatlar olmadan siz kimsiniz? Siz hiçbir şeyim bile deseniz, unutmayın... Değerlisiniz. Başkası için olmadığınıza inansanız bile, kendiniz için değerlisiniz, kendinizin en yakın arkadaşı, sevgilisisiniz.
Haksızlık etmeyin, rekabeti bir kenara bırakın, kendinizi gerçekleştirmek için çabalayın, başkasını geride bırakmak için değil. Takdir görmek, güzel bir motivasyon olarak kalsın hayatınızda, amacınız olmasın, hele kendinizi sevebilmek için ihtiyacınız olan şey, hiç mi hiç olmasın.
Evet insan sevilmeden sevemez mi? Sevebilir. Kendisini sever, geçmişindeki yaralarını sever, geleceğindeki umutlarını sever, kendini affedebilme ve yenileyebilme potansiyelini sever, onu hiç tanımayan bir insanı sırf aldığı o anlık elektrikten dolayı sever, belki de onu hiç sevmeyen bir insanı sırf kimseye göstermediği yaralarını farkedip sever. Ama sever, sevebilir. Sevgiyi kimse size öğretemez, siz işe kendinizi sevmekle başlamadığınız sürece. Siz kendinizden başlayın ‘siz'i sevmeye...