ÖZGÜN TARZIYLA SANAT ÇEVRELERİNİ ŞAŞIRTAN SANATÇI AHMET GÜNEŞTEKİN

“Bazen bir eserin öngörülemeyen sonradan ortaya çıkan dönüştürücü gücüne şahit olabiliyorsunuz. Sanat tarihine geçmiş çok sayıda böyle işler mevcut. İşlerimi üretirken özellikle bir şeyler anlatmaya çalışmıyorum; tek düşüncem, düşlediğim şeyleri göstermek oluyor.”

20 Ocak 2016 Çarşamba 10:42 | Son Güncellenme:
28 dakika okunma süresi

 

Venedik, Barselona ve New York’ta açtığı sergilerle dünya sanat çevrelerinde övgüyle karşılanan Ahmet Güneştekin’in sanat gündemi dopdolu. Eserleri, New York merkezli Marlborough Gallery tarafından temsil edilen Güneştekin, 57. Venedik Bienali’nin ön hazırlıkları için Venedik’te çalışmalarını sürdürüyor. Ahmet Güneştekin ile dört katlı sanat merkezinde keyifli bir söyleşi yaptık. 


Özgün tarzınızla  koleksiyonerleri, sanat çevrelerini şaşırttınız; Türk Çağdaş Sanatı’na yeni bir soluk getirdiniz. Yıllar önce ilk serginizi açtığınızda  kendinize ne kadar güveniyordunuz? 
Çocukluğumdan beri kendine güvenen biri olmuşumdur. Yaşayarak öğrenen biri olmamın getirdiği bir şey olmalı. Çok sevdiğim bir söz vardır: Şans, cesurdan yana olur. 


56. Venedik Bienali’nde tarihi bir mekânda  ‘Milion Taşı’ projenizle dünya sanat çevrelerinin karşısına çıktınız, stresli bir durum. O sabah kendinizi nasıl hissediyordunuz ve bu stresi nasıl aştınız?
Yapı olarak sakin biriyimdir. Yaşamımın hiçbir evresinde yeni bir projeyi gerçekleştirme aşamasında stres yaşadığım bir an anımsamıyorum. Yakın çevrem zaman zaman bu konuda beni eleştirir. Venedik’teki sergimin açılışında da yeni bir şey paylaşmanın heyecanını duyuyordum elbette, ama stres yaşamadım. 


Monaco, Barselona, Art Basel Miami’de de sergiler açtınız. Sergi öncesinde nasıl bir ruh haline sahipsiniz? Nefes terapisi, meditasyon, spor gibi alanlara başvurur musunuz? 
Özellikle bir şey yapmıyorum. Gün içinde rutin olarak yaptığım şeyleri yapıyorum. Nerede ve nasıl olursam olayım, bir günü diğerinden daha farklı göremiyorum. Çünkü günün neler getireceğini asla bilemeyiz.


Sizin gibi üretken ve yoğun çalışan bir ressam nasıl dinlenir? Seyahatlerinizde sanat gezileri mi ağır basar? Yakında yeni bir yolculuk ya da bir sergi, sanat festivali var mı?
Yaratım sürecinde 10 günlük sessizliklerim olur bazen. Yapacağım işlerimin alt yapısını kurgularım. Bu sessizlikleri yaşadığım ve tasarladıklarımı hayata geçirdiğim anlar, benim için en büyük dinlenme zamanı. 57. Venedik Bienali’nin ön hazırlıkları için Venedik’e gidiyorum bu hafta sonu. Sergi programları 2 yıl öncesinden belirlenir. Benim de 2017 yılına kadar sergi programım Marlborough Gallery tarafından belirlenmiş durumda. İsviçre, Hollanda, Katar, Dubai’de kişisel sergilerim düzenlenecek; Art Breda, The Armory Show, Art Basel gibi uluslararası çağdaş sanat fuarlarında işlerim sanatseverlerle buluşacak. 


En son nereye gittiniz ve sizi etkileyen özelliklerini öğrenebilir miyiz?
Son olarak Napoli ve Capri Adası’na gittim. Capri Adası sakin ve tarihi bir mekan ve her yerde İtalyan yaratıcılığının izlerini görüyorsunuz. Osmanlı denizcilerinin sürekli baskın ve çıkarma yaptığı İtalyan merkezlerden biriymiş. Zamanında Barbaros Hayreddin Paşa’ya karşı adanın savunulması için yapılan, ancak onun tarafından ele geçirilen ve adıyla anılan bir kale yer alıyor. Deniz kıyısında yüksek noktalara dikilmiş olan gözetleme kulelerinin sayısı, geçmişin toplum hafızasına nasıl yerleşmiş olduğu hakkında bir fikir veriyor insana.

 


“İyi insanlar bir araya gelince hep iyi şeyler olur. Ben hep iyi insanlarla bir araya geldim, o yüzden iyi şeyler yaptığımı düşünüyorum.” diyorsunuz pozitif enerjiye inanır mısınız? Güne başlarken hoşlandığınız rutin alışkanlıklarınız, sohbetinden hoşlandığınız kişiler var mı?
Hislerim çok güçlüdür. Çok büyük bir avantaj oldu bu benim için. Yaşadıklarım, gördüklerim, deneyimlediklerim, kötülükler karşısında iyi insanları seçebilme hissi kazandırdı bana. Dost olarak bildiklerime çok değer veririm bu yüzden. Yalnız kahvaltı yapmayı ve yemek yemeyi sevmiyorum, her zaman dostlarımla ve arkadaşlarımla birlikte olmayı tercih ediyorum. Yaşar Kemal çok sık bir araya geldiğim kişilerin başında yer alıyordu; yokluğu şimdi büyük bir eksiklik benim için elbette, mümkün olduğunda arkadaşlarımla bir araya geliyorum. 


Bir gününüz nasıl geçer? Yeni bir fikir doğduğunda mı tuval karşısına geçersiniz? Geceleri kalkıp çalıştığınız olur mu? Eserinizin bittiğini nasıl anlarsınız, zor beğenen biri misiniz?
Bir gün içinde yaklaşık 15 saat boyunca sıkı bir disiplinle çalışıyorum ve çok az uyuyorum. Her gün uyandığımda ilk iş olarak televizyondan gündeme kısaca bir göz atıyor ve ardından kahvaltımı yapıyorum. Türkiye’nin ve dünyanın gündemini takip etmeye başlıyor, maillerimi ve sosyal medya hesaplarımı kontrol ediyor, gelen soruları yanıtlıyor ve yorumlarımı yazıyorum. Sonra atölyemde çalışmaya geçiyorum. Fiziki yaşamdan tümüyle kopup, soyut bir yaşama geçtiğim bu yaratıcı saatlerin ardından, dostlarımla bir gün içinde mutlaka bir araya geliyorum. Farklı yaşamlar ve kültürler, sanat dünyası üzerine yaptığımız tartışmalardan sonra, dostlarım dış dünyadaki yaşamlarına devam ediyor, ben de yine kendi dünyama çekiliyor ve çalışmaya devam ediyorum. Eserlerim öncelikle zihnimde bitmiş oluyor, dolayısıyla tuval üzerinde bittiği anı ben belirliyorum. Yeni bir konu üretmekte de pek zorlanmıyorum. Daha çok aklıma üşüşen fikirler arasından seçim yapmak söz konusu oluyor benim için. 


Meşhur kediniz  Şin’le aranız nasıl? Çoğu ressamın kedisi var, ressamların  kedileriyle aralarındaki bağı nasıl değerlendirirsiniz? Sizin resimlerinizde de ileride Şin’i görür müyüz? 
Sanat merkezinin hangi katında olursam olayım sürekli beni takip ediyor, yalnız bırakmıyor. Yurt dışında olduğum zamanlarda da hırçınlaştığını söylüyorlar. Hayvanları çok seviyorum, belki ileriki zamanlarda onun da resmini yapabilirim. 


Kültürel, coğrafi köklerinden beslenen bir ressam olarak, oraların havasını solumak sizde nasıl bir etki yapar?
Güneş, benim için eserlerimin hem enerji hem ışık hem de renk kaynağı. Yezidilik’te de Zerdüşt inancında da kötülüğü temsil eden karanlığın karşısındaki güç olduğu ve ışığıyla onu yok ettiği için kutsaldır. Ben de bu inancın kültürel değerinden hareketle her işimin ağırlık merkezine güneşi yerleştiriyorum. Benim için mitoloji insanlığın bugününe ait çağdaş değerleri ifade edebilmemi sağlayan bir kaynak. Doğduğum coğrafyaya tekrar tekrar dönmek benim için bu nedenle çok yaşamsal. 


Sizin tasarımcı yönünüz de var. Mücevher tasarımında resimlerinizi besleyen konular mı esin kaynağı oldu bundan bahseder misiniz? 
Tasarıma yönelik geçmişte bazı işler yaptım. Bu konuda işlenmiş objelerin tekrar edilmesinden çok, modernize edilmesinin doğru yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Gelenek kelimesinin kökeni, eskinin üzerine yapılan ekleme demektir. Bunun değer üreten bir ekleme olması gerekiyor. Birkaç asırdır var olan dokuların ve objelerin tekrar üretiminin herhangi bir değer üretmediğini ve bugüne de bir katkısı olmadığını düşünüyorum.

 

Bugün gördüğüm örneklerin çoğunda uygulanan tasarım düşüncesi bu yönde. Oysa geçmişe ait nesneleri ancak bugüne taşıyabiliyor ve modern yorumlarını üretebiliyorsanız bir önemi oluyor. Bu tasarımların elbette toplumsal belleği koruması beklenir ve koruması gerekir ama belleğin de, durağan bir olgu değil, yeniden inşa edilebilen bir süreç olduğunu kabul etmek gerekiyor. Akademide üretilen düşüncelere uygun prensiplerle çalışılmış işler görüyorum çoğu zaman, geçmişin yeniden tekrarı oluyorlar. Yeniden yorumlama kaçınılmaz ve yorumlamaların özgür ve özgün olması gerekiyor. Elbette artık bütün disiplinler birbiriyle ilişki içinde, birbirlerinden etkileniyorlar, bu dokunuşun ve etkilenmenin kaçınılmaz olduğunu ama aynı zamanda da disiplinlerin kendi özlerini bir ölçüde korumaları gerektiğini düşünüyorum.

 

Sanatın gündelik yaşamda kullanım alanı sınırsızlaştı; bu dengeyi iyi anlamak ve uygulamak gerekiyor. İçeriği boşaltılmış ve sadece işleve indirgenmiş bir sanat tasarımı, sanatı dekorasyon malzemesine dönüştürüyor. Mücevher tasarımları çalışırken Anadolu, Yunan ve Mezopotamya efsanelerinden esinlenerek yarattığım geometrik motifleri kullanmıştım.

 

 

 


Batman’dan New York’a, Venedik’e uzanan sanat serüveniniz şekillenirken, sizi en çok etkileyen, derin izler bırakan kişi ya da olaylar var mı?
İstanbul’a geldiğim ve yerleştiğim yıllarda çok sıkıntılı dönemler geçirdim. Hem yaşamında hem de işlerimde derin izler bırakan kişi, Yaşar Kemal oldu. 


Neden büyük boyutlu heykel ve tablolar yapıyorsunuz? 
Sanatta boyut ve sınırlarla düşünmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Üretmek istediğim işin gerekliliği ve imkânlarım ölçüsünde işlerim kendi biçim ve formunu alıyor. Farklı disiplinleri bir arada kullanarak çalışmayı seviyorum. Bu noktada boyutun belirleyici olduğunu hiç düşünmüyorum. Bazen küçük boyutlu bir yapıtın beklenmedik ilgisine tanık olabiliyorsunuz, bazen de devasa bir eser diğerlerinin gölgesinde kalabiliyor. Boyutun değil de içeriğin önemi var. Benim hem orta boyutlu hem de büyük boyutlu işlerim var, aynı ölçüde ilgi çekiyor. 


Tuvallerinizde gözümüzü bir güneş küresine çekiyorsunuz; güneşin enerjisi, renkleri, izleyicinin psikolojisini nasıl etkiliyor, en çok hangi renkler etkili oluyor? 
Renk sınırlarım hiç olmadı. İçinde yetiştiğim kültürün gereği olarak sanıyorum, resimlerimde kullandığım renklerin çoğunun çıkış noktası, bu kültüre dâhil olan öğelerin renkleri. Bunlar da doğanın tüm renklerini içeriyor. Örneğin Melek-i Tavus Kuşu’nun sahip olduğu renk tonları, güneş ışınlarının renkleri. Bilinçaltıma işleyen tüm renkler, aynı ölçüde işlerimin renk katmanlarını oluşturuyor. 


Eserlerinizde aşkın yeri nedir, bundan sonraki çalışmalarınızda aşk var mı?
Aşk, yaşamın belirli alanlarından dışlayabildiğimiz bir şey değil. Ürettiğim işlerde de var, doğaya karşı da var, insanlara, bir kadına karşı her zaman var olacak. Herhangi bir tür ayrımı yapmadan hissettiğimiz bir duygu durumu. 

 


Art Basel Miami’de çalışmalarınız sergileniyor,  New York Marlborough Gallery’nin sanatçısısınız, oradaki sanat ortamının sizi etkileyen özellikleri neler? 
Marlborough Gallery ile 2013 yılında imzaladığım anlaşma ve 55. Venedik Bienali ile eş zamanlı düzenlediğim Bellek İvmesi adlı kişisel sergim sayesinde uluslararası sanat çevrelerinde tanınmaya başladım. Marlborough Gallery sanatçısı olduktan sonra çok farklı bir sürece girdim. Marlborough Gallery dünyanın önemli sanat merkezlerinde eserlerimi uluslararası koleksiyonerler ve sanatseverlerle buluşturmaya başladı. Küresel sanat piyasasının iç mantığına göre yönetilen profesyonel bir dünya ile o zaman karşılaştım. Uluslararası sanat endüstrisi ve ekonomisinin, yenilikçi ve özgün işlere göre şekillendiğini gördüm. Benim için asıl olan kültürel tarih ve mitolojiden beslenerek kazandığım anlatıları kendi düşsel dünyamda kurgulamak ve göstermekti. Bugün içinde olduğum bu sanat ağı işlerimi geniş kitlelere ulaştırmamı sağladı. 


Eski yıllarda, resme damgasını vurmuş yetenekli ressamlar yoksullukla boğuşurken, günümüzde sermaye, sanatla iç içe. Sanat, lüks bir yatırım aracı oldu. Ama madalyonun öteki yüzünde, sanatın meta haline gelmesi var; rakamlar konuşuyor, ne dersiniz?
Sanatın elbette ekonomik bir boyutu var. Sadece nesnelerin değil düşüncelerin ve imajların da küreselleştiği bir dünyada yaratıcı endüstrilerde çalışan ve üreten her bireyin bu süreçlerden muaf olamayacağının farkında olmak gerekiyor. Ben çalışırken daha çok karakterleri ve hikâyeleri imgelere nasıl dönüştürebileceğimi ve bunun benim için ne ifade ettiğini düşünüyorum. Düşüncelerimi düzenlediğim tek yer burası oluyor, sonrasında eserlerim sanatseverlerle buluşuyor; işlerimin yeni sahipleriyle buluşması ve sonrasında gelişen ekonomik boyutu ise planladığım bir süreç değil, kendiliğinden oluşuyor. 


Sizin için lüksün anlamı ve sınırları nedir? Yoksa “tek lüksüm, boş vakitler” diyenlerden misiniz? 
Ben anı yaşayan biriyim. Yaşadıklarımdan keyif alıp mutlu olmayı beklerim. Her zaman da şükretmesini bilmişimdir. Varlığı da yokluğu da gördüm. Yaşamımda lüks dediğim bir şey hiç olmadı, kişiliğim hiçbir zaman değişmedi. 


Tuvallerinizde  resmettiğiniz efsaneler içinde sizi en çok etkisi altına alan hangisiydi? Örneğin sizin eserlerinizde Kapıların ayrı bir yeri var: Güneşe Açılan Kapılar, Masumiyet Kapısı gibi, neden kapılar? 
Mezopotamya’nın kuzeyindeki yer alan coğrafya, inançları iyilik ile kötülük arasındaki ikiliğe dayanan bir topluluk olan Yezidi’lerin yaşadığı bir coğrafyaydı. Onların inancına göre Tanrı’nın yeryüzüne gönderdiği yedi melekten en önemlisi ve yeryüzünde iyiliği seçen tavus kuşu meleği, Melek-i Tavus’tur. Bu ve bunun gibi efsane, destan ve söylenceler en önemli esin kaynaklarımı oluşturuyor. Fakat ben bu hikâyeleri doğrudan resmetmek yerine, başka bir evren yaratarak yeniden yorumluyorum. Bu durumda eski mitoloji kaybolmuyor ama tekrar tekrar farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Böylece gelenekler, renk ve imgeler ile ifade ettiğim kişisel dünyamı yaratan bütünün parçalarından biri haline geliyor. Ortaya düşsel bir Mezopotamya çıkıyor.

 

Bu düşsel dünyada kapıların benim için ayrı bir önemi var: Önceki çalışmalarımda, yazılı ve sözlü anlatıları kullanırken burada daha farklı bir yaklaşımla ilerledim. Cennet Kapısı’yla, Güneşe Açılan Kapılar, Yezidi, Hristiyan ve İslami anlatıları belirtir, Ölümsüzlük Kapısı, Gılgamış Destanı’na, Troya Kapısı’ysa, İlyada Destanı’na göndermedir. Güneşe Açılan Kapılar, tek Tanrı’lı üç büyük dini, soldan sağa, kronolojik bir dizide gösterir. Fakat dizini sonlandıran eklenti bir başka simgeselliğe vurgu yapar, güneş ve Melek-i-Tavus üzerinden Mezopotamya’ya. Konusunu Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın oluşturduğu üç büyük kapı da, dinî ve kültürel hoşgörünün bu hümanist geleneği içinde yer alıyor. Güneşe Açılan Kapılar’ı pek çok insan anlamadı, dekoratif buldu. Eğer benim kültürel kökenimi tanısalardı, o zaman benim dinlerin eşitliğiyle ilgili olduğumu da anlayabilirlerdi. Ben sadece tek bir kültürün değil, tüm halkların destanlarını anlatmaya çalışıyorum. Bu üç kapı tıpatıp aynıdır, yalnızca renkler ve simgeler farklılaşır. Bu çalışmada saklı bir Melek-i Tavus da vardır ve doğal olarak güneş ortadadır.


Başarı, övgü, para  ve yurt dışına uzanan bir tanınmışlık… Şu an geriye doğru dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Emeğimin profesyonel anlamda karşılığını aldığımı düşünüyorum. Birilerinin bana tanıdığı bir lütuf olduğunu düşünmüyorum. 


Sanatçı için sizce hangisi daha önemli? Tanınmışlık, övgü, kalıcılık, para… 
Yanıtlanması, içinde yaşadığımız dünyada henüz mümkün olmasa bile, peşine düşülecek kadar güçlü soruları sormuş olmak önemlidir benim için. Sorunsal olarak belirlediğiniz konuların mevcut normları dönüştürecek ya da genel algıyı sarsabilecek kadar güçlü olması gerekir. Bu değişimler anlık ve kısa süreli değil, uzun ve sancılı süreçlerle gerçekleşebiliyor. Bazen bir eserin öngörülemeyen sonradan ortaya çıkan dönüştürücü gücüne şahit olabiliyorsunuz. Sanat tarihine geçmiş çok sayıda böyle işler mevcut. İşlerimi üretirken özellikle bir şeyler anlatmaya çalışmıyorum, tek düşüncem düşlediğim şeyleri göstermek oluyor. Gösterdiğim şeylerin bakan kişi için sarsıcı olması ve onun dünyasında değişimler yaratmasını önemsiyorum. 

 


Eserleriniz başka evlerin duvarlarında, müzelerde yaşıyor, bu nasıl bir duygu?
Atölyemde şekillendirmeye başladığım andan itibaren her eserimin benim dışımda, asla denetimimde olamayan, kendisine ait bir yaşamı olacağını düşünürüm. Esere bakan kişilerin ya da yorumlayanların esere kattığı ve devam ettirdiği bir yaşam. Yazın ya da görsel, bütün eserler ile yaratıcıları arasındaki ilişki bir bakıma bu şekilde sonuçlanmaz mı? 


Tüm zamanları aşıp gelmiş, esen rüzgârlardan hiç etkilenmemiş ve zamansız olmuş klasik sanatın karşısında, bugünkü çağdaş sanatın yeri ne kadar sağlam sizce, bir kıyaslama yaparsanız ne söylersiniz?  
20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye Çağdaş Sanatı büyük bir ivme kazandı. Kendi içinde büyük farklılıklar taşıyan, kimi zaman provakatif, kimi zaman şiirsel unsurlar içeren bir oluşum. Bağımsız seslerin duyulur olduğunu, tabuların alaşağı edildiği, sanatçıların uluslararası sanat ağının tekil birer parçası haline geldiği bir döneme tanıklık ediyoruz. Ama elbette bu bir oluşum ve seyrini hep birlikte göreceğiz. Sanat farklı bakış açılarını görmemizi, keşfetmemizi sağlıyor; yaratıcı zihinlerin dünyasını görüyoruz. Üstelik çağdaş sanatı anlamak için üretilmiş bir formül yok, bir çağdaş sanat eserine baktığımızda kendi geçmişimize, karakterimize, düşünce yapımıza göre bir anlam çıkarabiliyoruz.

 

Karşımızda anlatılan değil doğrudan deneyimlediğimiz, yaşadığımız bir şey görüyoruz. Ülkemizde çağdaş sanat yeni yeni oluşuyor, diğer taraftan yaşadığımız, dünyanın geri kalan kısmından tümüyle bağımsız bir durum değil. Her açıdan tek ve bütünleşmiş bir dünyadan söz ediyoruz bugün, bu duruma sanat piyasası da dâhil dolayısıyla. Bugün küresel sanat platformlarında görünür olan işler özgün, yaratıcı, kültürel farklılık ve çeşitliliği referans alan ve izleyen kişiyi sürece dâhil ederek farklı deneyimler sunan işler oluyor. Çağdaş sanatın dünyada olduğu gibi ülkemizde de sunduğu özgür deneyimleme biçimleri ve teşvik ettiği farklı bakış açılarından dolayı bu kadar ilgi çektiğini ve yükseldiğini düşünüyorum. Piyasa ile bütünleşmiş olması buna engel değil. Çağdaş sanatın asıl amacı haz vermek değil, eleştirmek ve rahatsız etmektir. Bu eşiği geçen her yaratının, her eserin kendisine sağlam bir yer açabileceğini düşünüyorum.


Kickbox çalıştığınızı öğrendik... Bu sporu stres atmak için mi tercih ediyorsunuz, boksa ne kadar zaman ayırıyorsunuz? 
Spor düzenli olarak yaptım, gençlik yıllarımdan itibaren jimnastik ve atletizm yaptım. Erken yaşta Uzak Doğu sporları ile tanıştım. Belgesel çektiğim yıllarda da doğa sporları ile tanıştım. Bir süredir çalışma yoğunluğumdan dolayı zaman ayıramıyorum ama sanat merkezinde atölyemin bir bölümünde zaman zaman kickbox yapıyorum. Bu sporlar temel olarak savunma sporları, ben de felsefesini bilerek yapıyorum. 


Kızlarınızın sanata ilgisi nasıl, babaları tuval başındayken boya kokuları arasında büyüyen çocuklar olarak, babasının izinden yürümek isteyen var mı? 
Küçük kızım Ezgi mimarlık eğitimi alıyor. Büyük kızım Kardelen ise gazetecilik eğitimi aldı ve şu anda moda üzerine çalışıyor. Her ikisi de sanat estetiğinin içine doğdular, bunun etkisiyle mimarlık ve modaya yönelmeleri çok doğal. 


Kızlarınız siz resim yaparken nasıl karşılardı, böylesi bir anınızı hatırlıyor musunuz?
Beni çalışırken görmek onların gündelik yaşamlarının bir parçasıydı, doğal karşıladıkları bir şeydi.

EN ÇOK OKUNANLAR

Merve Tüfekçi Emre'nin İlk Sergisi

Merve Tüfekçi Emre'nin İlk Sergisi

1 dakika okunma süresi
Cupra City Garage 10. Lokasyonuyla İstanbul'da

Cupra City Garage 10. Lokasyonuyla İstanbul'da

1 dakika okunma süresi
Kesintisiz Mobilite için Yeni Adım

Kesintisiz Mobilite için Yeni Adım

2 dakika okunma süresi
Türk ve İngiliz Zarafetinin Yansıması: Lion Diamond

Türk ve İngiliz Zarafetinin Yansıması: Lion Diamond

1 dakika okunma süresi
Tohum Otizm Vakfı'ndan 2025'e Umut Dolu Başlangıç

Tohum Otizm Vakfı'ndan 2025'e Umut Dolu Başlangıç

1 dakika okunma süresi

DAHA FAZLASI

İDİL FIRAT ALEM ÖZEL RÖPORTAJI

İDİL FIRAT ALEM ÖZEL RÖPORTAJI

GELİNLİK TASARIMCISI GALIA LAHAV: “SOPHIA LOREN’İ GİYDİRMEK İSTERDİM”

GELİNLİK TASARIMCISI GALIA LAHAV: “SOPHIA LOREN’İ GİYDİRMEK İSTERDİM”

DELFINA DELETTREZ FENDI İSTANBULDAYDI

DELFINA DELETTREZ FENDI İSTANBULDAYDI

EN ROMANTİK GÜNÜN MİMARI VİOLA CHAN

EN ROMANTİK GÜNÜN MİMARI VİOLA CHAN

GÜL AĞIŞIN LUG VON SIGA HİKAYESİ

GÜL AĞIŞIN LUG VON SIGA HİKAYESİ

MÜZİĞİNİN ZİRVESİNDE NİLÜFER

MÜZİĞİNİN ZİRVESİNDE NİLÜFER

BU YAZ KİM, NE OKUYOR?

BU YAZ KİM, NE OKUYOR?

MÜCEVHERİN DAHİ İSMİ SEVAN BIÇAKÇI

MÜCEVHERİN DAHİ İSMİ SEVAN BIÇAKÇI

EMMA SHAPPLIN İLE KAPADOKYADA

EMMA SHAPPLIN İLE KAPADOKYADA

ŞAMPİYON BABALAR

ŞAMPİYON BABALAR

BERRİN OKÇU İLE GEÇMİŞE YOLCULUK

BERRİN OKÇU İLE GEÇMİŞE YOLCULUK

YONCA EBUZZİYA İLE KAPALIÇARŞI'DA BİR GÜN

YONCA EBUZZİYA İLE KAPALIÇARŞI'DA BİR GÜN