Öğrenmeye meraklı bir çocuktum. Bir de anlatmaya, konuşmaya, gösteriler yapmaya... Kafasında deli soruları olan bir çocuk düşünün, o iştahla kendimi hep ortalara, yeni deneyimlere atardım. Profesyonel çalışma hayatına başlayıncaya kadar hayatımdaki en önemli şey okul dersleri, katıldığım çeşitli yarışmalar ve eşe dosta sahnelenen şovlardı. Çok şanslıydım, hep bu ruhuma uygun mesleklerim oldu. Pek kariyer yapma derdinde biri olmadım; heyecanımla hareket ettim. O da kariyerime yansıdı. Ama en çok anneliği sevdim. En büyük şansım çocuklarım ve ailem...
Değil mi? (Gülüyor) 'Sizinle büyüdük'ler de var, benden büyükler bile aynı şeyi söylüyor bazen. Çok değerli bu. Hele yeni keşfeden 20 ve 20 yaş altı var; onlar en mutlu edeni... Bunu çok genç yaşta ekranda olmaya borçluyum. Tam 19 yaşında bile değildim. Türkiye'nin tek özel televizyon kanalında, bir de her gün birkaç saat canlı yayın, hafta arası müzik eğlence programları ve hatta çekilişler falan derken büyük oranlarda izleniyorsunuz. Çünkü TRT dışında alternatif yok. Bırakın farklı kanalları, platformları, internet yok, cep telefonu yok. Amma eskiyim böyle düşününce. O dönem ekranda olanlarımız, TRT'den yetişmiş ekran yüzleriyle kıyaslandığımız için kendimizi çok ve çabuk geliştirmek durumundaydık. Farklı kuşaklarca bilinmenin arkasındaki hediye bu aslında...
Öyle çok etkiledi ki. Habercilik meslekte hedeflediğim bir yer değildi ilk başta. Deren'e hamile olduğumu öğrendim sürpriz bir şekilde. Doktorum hamileliğin ilk aylarını ayakta geçirirsem bebeği kaybedebileceğimi söyledi. Oysa Kanal D'ye transfer olmuştum; içinde şarkı söyleyip dans ettiğim çok güzel bir şov programı tasarlamıştık... Ama doktor şan egzersizi yapmamı bile yasakladı. O ara Kanal D yöneticileri bir haber programıyla ekrana gelmem konusunda ısrar ettiler. Canlı yayında çok deneyimim vardı; o dönem haber programlarının da resmen patlama yaptığı bir dönemdi. Öyle bir durumdaydım ki, bebeğime zarar gelsin istemiyorum, yeni evliyim ama eğer ekrandan kopar ve çalışmazsam biliyorum ki çok mutsuz olacağım, yaşım daha 22... E hadi deneyeyim dedim. Ve dünyam değişti. 'Gecenin İçinden', televizyon kariyerimde en severek yaptığım iş oldu desem yanlış olmaz. Bir süre sonra editörlüğünü devraldım. Üç yıl sonrasında gelen ana haber sunuculuğu ile sonraki 15 yılımın merkezinde hep haber ve yayıncılık oldu. Haberin de altın yıllarıydı, en iyi yetişmiş ve deneyimli kadroların büyük bütçelerle birbirinden iddialı programlara imza attığı zamanlardı. Günümü bir sünger gibi, her konuyla ilgili bilgiyi adeta emip yutarak geçirirdim o dönem. Televizyon yayıncılığı, hele canlı yayın yapmak, benim tutkuyla bağlı olduğum bir şey.
Hepsi aynı dönem. Köşe yazısı ve röportajlar dışında yazılı basında haber gazeteciliği de yaptım. Televizyon haberciliğiyle çok farklı bir iş değil. Radikal'de başladım köşe yazarlığına. Sanırım bir buçuk yıl sürdü. Sonrasında sekiz yıl Güneş ve Milliyet var. Hepsi de aynı iş benim için. Ha yazıyla, ha sözle... Kendimi bütün derdi anlamak, anlatmak, yeri geldiğinde eğlendirmek olan bir performansçı olarak görüyorum. Dedim ya çocukken de böyleydim... İnsanlara ulaşabildiğim iletişim kanallarıyla -yazmak, konuşmak, müzik, oyunculuk olsun fark etmez meramımı anlatmak benim yaptığım. Bu anlamda tüm işlerim aynı şemsiyede; sadece farklı havalarda.
Özel televizyonun hayatımıza ilk girdiği zaman ekranda olma fırsatı olan biri olarak ki bu fırsattı gerçekten, mevcut durum içimi burkuyor. Televizyonun öyle heyecanlı, öyle büyük yatırımlar ve sonucunda ortaya çıkan programcılıkla evlere girdiği bir dönem, 20 yıl aktif bir şekilde neredeyse her gün ekrandaydım. Çocukluğumdan beri de Amerikan televizyon yayıncılığını takip ederim. Oradaki üretim görkemine ulaşacağımız günleri düşlerken, televizyon programcılığının pırıltısını her geçen yıl nasıl kaybettiğini üzülerek gözlüyorum. Gerçi batı ekranlarında da durum farklı değil. Talep üzerine yapımlar, dijital platformlar derken bu aslında beklenen bir gidişat. Şunu hemen ekleyeyim araya, dizilerin önünün açıldığı son 10-15 yıllık süreçte bize ait hikayelerin ve bazı oyuncularımızın yurt dışında da çok ses getirecek duruma ulaşmasını sevinçle izliyorum. Bu gurur duyulacak bir şey. İyi şeyler de olmuyor değil yani.
Sosyal medyanın hayatımızda olmadığı yıllardan bahsettik, şimdi tüm yapımların hedefleri de biraz dijitalleşmiş durumda. Sizin yaşamınızda sosyal medya nerede duruyor, nasıl bir alan kaplıyor?
Sosyal medyayı önemsiyorum. Çünkü işimle, kendimle ilgili bir şey duyurmak, derdimi anlatmak, istediğim zaman istediğimi beni takip edenlerle paylaşmak gibi bir şansım var. Herkesin kendi ekranının olması gibi. Büyük ya da küçük. Ama çok profesyonel idare edemiyorum galiba. Ben bazen aktif, bazen pasifim. Eskiden sahne ve ekran işlerinin geri bildirim mekanizmaları arasında sosyal medya etkileşimi yoktu. Bu geri bildirimin dili genelde biraz hoyrat ve incitici. İstediğim iletişimi kurup, nasıl yorumlandığına çok bakmamaya çalışıyorum. Sosyal medya odaklı yaşam, bir illüzyona sürükleyebiliyor insanı. Hem kendisiyle, hem dünyayla alakalı. Derinlikli bir yer değil zaten doğası gereği; fotoğraf dediğin ne kadar içeriyi anlatabilir... Gösterilen yaşamlar, ifade edilen fikirler ve yorumlar gerçekle örtüşmeyebiliyor. Sağlıklı bir mesafede durmam gerektiğine inanıyorum. Bazen yapabiliyorum, bazen yapamıyorum.
Ne tatlısınız... Bilmem ki.. Ne diyeyim ben şimdi buna? Güzelliği bilemem, genç anne olmanın mutlaka katkısı olmuştur. Kızlarım ve onların arkadaşlarıyla da çok yakınım. Hatta Deren'le gece eğlenmeye çıktığımız ortak arkadaş gruplarımız var. Derin'in de yakın arkadaşları hem çocuğum hem dertleştiğim yakın arkadaşlarım gibi. Evde komün halinde yaşıyoruz. İki kızımın da arkadaş gruplarına, eğlencelerine, dertleşme seanslarına rahatça dahil olabiliyorum. Sanırım ben de onları yaşsız bireyler olarak gördüğüm için çok uyumluyuz.
Hayatımın ilk yarısı anne değildim. Zaten kendim de çocuktum. 23 yaşımdan beri farklı. Öncesi de sadece işti. Hatırlamıyorum bile. 13 yaşımda babamı kaybettim ben. Sanırım ilk kızım Deren'i kucağıma alıncaya kadar aile ortamını ne hissettim ne de tam mutlu oldum. Akrabalar da dahil tüm geniş ailenin 'Hiç evlenmeyeceğim, çocuk da istemiyorum' diyen tek kızıydım oysa. İnsan tek başına hayattan vazgeçebiliyor. Ama anne ya da baba olunca sanki artık sorgulanamaz şekilde her düştüğünüzde kalkmaya, var gücünüzle yaşama asılmaya programlı hale geliyorsunuz. Tek başınalıktan çıkıyor hayat, canınızdan çok ve ne yapsalar sevdiğiniz birileri var.
İnsan içgüdüsel olarak onları bütün kötülüklerden, acılardan korumak istiyor. Ama çocukları isteseniz de fanus içinde tutamıyorsunuz. Benim için birinci öncelik hatalarından, istemedikleri durumlardan öğrene öğrene yola devam etmeleri. Aynı hataları tekrar etmenin gereksiz zaman ve enerji kaybı olduğuna inanırım hep. İkinci önceliğim de coşkularını ortaya koyan meslekleri olması. İş eğer bir meslek ise çok önemli. Sadece para kazanmak için yapıldığında iş oluyor zaten. Ben küçücük bir çocuktum çalışmaya başladığımda. İlk paramı kazandığımda yedi yaşındaydım. İlle para kazanılacak diye bir gereklilik yok, ama insanın öz saygısının gelişmesi açısından ne kadar erken yaşta sorumluluk üstlenip altından kalkabilirlerse, o kadar değerli. O zaman potansiyel ortaya çıkıyor, iş eğlenceye, keyfe dönüşüyor.
Çoook. Çoğu zaman farkında olmadan hem de. Dinlediğim müzik ve izlediğim filme kadar çocuklarımdan etkileniyorum. Deren tam bir sinemaseverdir. Bol gişeli işlerden festival filmlerine kadar her şeyi izler; üzerlerine tartışıp kafa yormaktan keyif alır çok. Derin de müzik tutkunu. Özellikle çok rap dinlediği için ben de fazlasıyla maruz kalıyorum. Müzisyen arkadaşlarım arasında bu tarz üretim de yaygın olunca ister istemez benim müziğim de böyle izler taşısın kafasına geldim. Bunlar dışında kılık kıyafet konusuna girmeme gerek yok sanırım. Gardıroplar zaten ortak. Bedenlerimiz, hatta ayakkabı numaralarımız bile aynı. Hepimizin de giyebileceği şeyler alıyoruz ve sanırım giyimim hep o jenerasyona uygun kalıyor. Esasen elverişlilik ve alışkanlıktan. Bunlar dışında hayata bakış anlamında da birbirimizden besleniyoruz. Farklı jenerasyonlar olsa da insanların dertleri, arzuları ve deneyimleri ortak. Yaştan ziyade, karakter farklılıklarından da üçümüz farklı pencerelerden olaylara bakar, masaya yatırır, paylaşırız.
Doğdukları günden itibaren kamera önünde bir yaşamları oldu, başka türlüsünü bilmiyorlar. Mecburen hareket alanları kısıtlı. Yaşlarının getirdiği eğlenceler, sosyal ilişkilerde üstlerinde hep bir 'haber olma' yükü var. Sorumlu ve ihtiyatlı davranırlar ellerinden geldiğince. Ben mutlaka yönlendiriyorum tabii. Bu, günümüz dünyasında ne kadar işe yarıyor orasını da bilemeyeceğim. Ama şunu söyleyeyim benden daha dikkatli ve ketumdurlar birçok konuda. 'Elalem ne der'le baskılanıp bir şablona sığmaya da karşıyım ben. Sosyal hiçbir kaygı gütmeden, dünyaya bir kere geldim diyerek vitesi boşa alıp yaşamaya da karşıyım tabii. Denge... Hayat mutlaka eylemlerin sonucunu yaşatıyor insana zaten. Kimsenin bir şey yapmasına da pek gerek yok.
Özel hayatımla gündemde olmak tercih ettiğim bir şey değil, hiçbir zaman da olmadı. Ama hayatı bir şekilde tercih ettiğiniz şekilde yaşarken, ekran ve sahne işi yapıyorsanız böyle bir ilgi kaçınılmaz oluyor. Doğru olan ya da olmayan haberler ve özel hayatımın didiklenmesi için aldırmıyorum dersem bu büyük bir yalan olur. Kimi zaman üzülüyor, kimi zaman kızıyorum. Baş etmenin yoluysa tek. Bir gün geçeceğini bilmek. Her şey bir gün geçiyor. İnsanların merakı bile.
Çalışmak bence hayatın merkezinde. Bir iş bitince hemen sonraki projeye odaklanmak beni zaten olmam gereken yerde tutuyor. Meditasyon ise son 15 yıldır hayatımda var. Her gün düzenli yaptığım dönemlerdeki olumlu etkileri tartışılmaz. Zihnimi becerebildiğim kadar kontrol etmeyi, yanılabileceğimi anlamayı ve duygu seline kapılıp gitmemeyi öğrenmek zorunda kaldım. Haa, çok başarılı mıyım? Her zaman değil. Ama çoğunlukla sakin ve dengedeyim. Bundan yıllar önce çok inişli çıkışlı ve hatta çok çabuk agresifleşen biriydim. Öfke korkunun maskesidir denir ya, daha endişeliydim haliyle. Düzenli meditasyonun beni bu anlamda değiştirdiğini içimde hissediyorum. Tabii aileme de sormak lazım ne kadar değişmişim.
Olmaz mı? İnanç. Benden çok yüksek ve yüce bir gücün varlığını, onun her an korumasında olduğumu bilmek ve hissetmek. Zayıf da olabilirim, kuvvetli de. Hep belli bir şekilde olmaya çalışmak çok fazla efor gerektiriyor.
Vardır ama her gün yaparım diye bir kuralım yok. Kuralsızlık içinde rutinlerim var sanırım benim. Yapabilirsem her sabah elma sirkeli, limonlu su içiyorum hala. Vaktim varsa biraz yoga, sonra meditasyon yaparsam en ideal şekilde güne başlıyorum. Sonrası da o gün iş varsa başka, yoksa başka. İş günüyse saatli, programlı bir şekilde prova ve hazırlık. Değilse de derslerim var zaten. Her gün mutlaka şan egzersizleriyle sesimi çalıştırıyorum. Mutlaka biraz yalnız kalmalı, bilgisayarımda ve kitaplarımla vakit geçirmeliyim. Bir de mümkünse her güne eğlenceli bir şey sığdırmaya da özen gösteririm. Gülüp eğlenmeyi, gezmeyi sevdiğim için 'sosyalleşmek' de rutinim desem yanlış olmaz.
Keskin dönüm noktalarını sayacak olsam aklıma ilk gelenler sırasıyla 13 yaşımdayken babamın aramızdan ayrılması... Televizyonda çalışmaya başlamam, ilk canlı yayınım, anne olmam ve sahneye çıkma kararım diyebilirim.
"Ağla Ağla"nın her aşamasını çok severek hazırladık. Sahnede de söylüyorum. Ve artık yavaş yavaş dinleyicinin de bilip eşlik etmeye başlamasını mutlulukla izliyorum. İnsan sesiyle, üretimiyle, ulaşamadığı evlere ve radyolara da konuk olup kalplere dokunabilmek istiyor. Hepimizin dileği bu değil mi? En sevindirici olansa bu çalışma süresinde müzikal anlamda birlikte çalıştığım dostlarıma yenileri katıldı. Hayatımı zenginleştirdiler. Piyano derslerine geri dönmüştüm buna gitar da eklendi. Çünkü onlarla birlikte çalıp söylerken ben de enstrüman çalabilmeyi çok istiyorum. Anlayacağınız, single çalışmasıyla başlayan dönem, hayatıma öyle bir format attı ki dediğiniz gibi, tam odağına oturdu.
Öyle çok ki anlatamam. Diyorum hep, Sezen Aksu olduğuyla, ürettiğiyle hayatlara bir lütuf. Jenerasyonlar boyunca iliğimize işlemiş ezgilerin, sözlerin simyacısı. Sadece şarkı almak değil konu, bu simya nasıl vücut buluyor buna şahit olabilmek başlı başına hazine değerinde benim için.
Evet tabii, müzikten hiç kopmadım. Bunu anlattığım bir video çekip Instagram'da paylaştım hatta. Acısıyla tatlısıyla, hayal kırıklıkları ve hevesleriyle nasıl bir yolda yürüdüğümü, nerelerde vazgeçtiğimi, nerelerde yeniden tutunduğumu. Şu anda bulunduğum yerle, kendi sahnemde beni çok mutlu eden bir işi yapmakla ilgili sadece şükran duyuyorum. Bundan sonra ileriye doğru atacağım her adımı hevesle bekliyorum.
Hiçbir fark yok, inanın. İkisi de beni izleyenle aynı bağı kurduğum bir olma hali. Hatta soruyu böyle sorduğunuz için arkadaşlarıma bazı konserler için verdiğim bir örneği de paylaşayım. Benim için genel seçim gecesi yapılacak canlı yayınla sahneye hazırlanmak arasında bir fark yok. İkisi de aynı detaylılık ve ciddiyette. Ne mutlu ki çok iyi bir ekiple çalışıyorum, herkes olaya bu titizlikle yaklaşıyor.
Bu yola çıkarken söylemeyi ve dinlemeyi en sevdiğim şarkılardan yola çıktık. 70'lerden 90'lara ve günümüze kimi klasikleşmiş, kimi klasik olma yolunda büyük ustaların elinde ve dilinde hayat bulmuş şarkılar. Elbette Ajda Pekkan, Nilüfer, Kayahan ve Sezen Aksu. Tarkan ve Kenan Doğulu, Sertab, Aşkın Nur Yengi. İyi ki yazmış ve söylemişler ki ben de şimdi sahnemde bu harika şarkıları söylüyorum. Araya İngilizce, Fransızca şarkılar kattığımız da oluyor. Elbette sohbet de ediyoruz. Televizyoncu alışkanlığı, konuşmadan hiç olur mu?
Bir sahne şovu hazırladık esas. Müzikli gösteri diyebiliriz. Ağırlıklı olarak gece kulübünde veya özel gecelerde konser veriyorum. Arada bir biletle ya da isteyenin geldiği konser mekanlarında sahne aldığımda gördüğüm kalabalık ve seyirci çeşitliliği sonrasında düşündüm bunu. Sadece gece kulübüne gelen misafirlerimize değil, bilet alıp bir salonda oturarak izlemek isteyenlere de bir şey sunmak istesek, bu ne olurdu? Bu düşünceyle 'Only the Best'in çatısı kuruldu. Heyecanlıyım çok. Yetiştirebilirsek bahar aylarında konser salonlarında olacağız inşallah. Oyunculuğa gelince, 'İstanbullu Gelin' çok eğlenceli bir deneyim oldu. Karakteri çok severek oynadım, güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Dizi işleri çok meşakkatli oluyor; bu tempoda nasıl olur bilemem ama yine güzel konuk oyunculuk teklifleri var. Güzel bir iş çıkaracağımıza inanırsam yaparım. Onun dışında bir arkadaşımın iki yıldır üzerinde çalıştığı bir romantik komedi film senaryosu var. Tatlı tatlı gelişiyor. O da bir sürpriz olabilir her an.
Kalkar kalkmaz perdeleri ve pencereleri açmak.
Sık sık eski kitaplarıma geri dönerim ve aynı anda iki, üç kitap birden okurum. Bu ara Aldous Huxley'nin 'Cesur Yeni Dünya'sı elimde. Jean-Christophe Grange'nin 'Ölüler Diyarı'nı da yeni okuyorum.
"Parazit"
Rimel ve dudak renginde ruj.
Çok var, ayıramam.
Siyah taytlar, siyah tişört ve kazaklar. Mavi, gri ve siyahın her tonu ve farklı kesimlerde jean'lerim. Ve deri montlarım.
İstediğim kadar yediğim günlerle, ihtiyacım olduğu kadar yediğim günleri dengelemek. Aktif yaşamak. Bu ikisini yapınca fazladan spor ya da rejim ihtiyacı olmuyor, ama tabii spor da yapabildiğim zaman çok mutlu oluyorum. Sadece fit değil, zinde ve iyi hissetmek için de çok iyi bir şey spor yapmak. Keşke daha çok vakit ayırsam.
Yanımda olmasalar da hiç yalnız ve az olmamak. Tarifsiz gerçekten.
Röportaj: Gözde Yörükoğlu Ersu
Fotoğraflar: Tamer Yılmaz
Styling: Hakan Öztürk
Saç: Ferit Belli
Makyaj: Melis İlkkılıç
Fotoğraf Asistanı: Doruk Uğurluer
Styling Asistanı: Fırat Gençdoğan
Prodüksiyon: Eray Erkoca
Video: Fatih Er
Mekan için Sway Hotels Palandöken'e teşekkür ederiz.