Sanat ve modayı ele alan bu yazıma 60’lı yıllarla başlamak istiyorum. Levi Strauss’un denim pantolonları, gittikçe kadınlara özgürlük sunan rahat kıyafetler, kadın ve erkek giysileri aralarında azalan farklılıklar, moda anlayışında daha da eşitlikçi bir yaklaşımı beraberinde getirdi. Bu dönemler tam da sanat dünyasında yeni yeni doğmaya başlamış olan Pop Art akımına tekabül ediyor. Peki geçmişten günümüze ve özellikle nesneyi sanat yüzeyi olarak gören Pop Art’ın doğuşuyla sanat modayı nasıl etkiledi?
Pop-Art sanatçıları, yıllarca daha da büyük kitlelere ulaşabilmek için eserlerinde reklamlar, tüketim malları ve giyim eşyalarını kullandılar. 1961 yılında Andy Warhol’un işlerini aniden elbiselerin üzerinde bile görmeye başlamıştık. Bu adımlar yeni tüketim toplumunun görüntüsünü yansıtıyordu adeta. Aslında moda ve sanat ilişkisini bir adım daha öteye götüren bu hikaye, Warhol’un tasarladığı “The Soup Dress” isimli eseri ile başlıyor. Campbell marka konserve çorbanın logosunu tekrarlayarak oluşturduğu bu kağıt elbise tabii ki bir sanat düşkünü olan, ünlü tasarımcı Gianni Versace’ye ilham kaynağı olmuştu o yıllarda. Dünyaca ünlü tasarımcı çok geçmeden “Marilyn Monroe” elbisesinin yer aldığı bir koleksiyonunu hazırlamıştı bile.
Warhol’dan etkilenen bir başka isim ise Yves Saint Laurent idi. Hem Andy Warhol’un ürettiği Pop Art portreleri, hem de moda dünyasının devi Laurent’in, Warhol’dan esinlenerek ürettiği 1962 yılının sonbahar-kış koleksiyonu, moda ve sanat aşkını en iyi anlatan iş birliği ve arkadaşlıktır kanımca.
Modayı doğrudan etkileyen diğer bir Pop Art sanatçısı da Jasper Jones şüphesiz. Sanatçının nesneyi resme dönüştürerek ürettiği bayrak resimleri günümüz tasarımcılarının hala vazgeçilmezi olmaya devam ediyor. Bunun yanı sıra, kalem kutudan, çantaya, tişörtten, ayakkabıya kadar geniş bir yelpazede Roy Lichtenstein’ın çizgi roman desenlerini ve Amerikalı sanatçı Dina Knapp’ın flamingo ve palmiye ağaçlarını güncel yaşamın şiddet imgeleriyle birleştirerek kullandığı tasarımlarını da unutmamak gerekir.
Modaya kavram ve eleştirellik katan bir başka örneği de Japon sanatçı Yoshiko Wada’nın 1975’te tasarladığı “Coca-Cola Kimono” adlı çalışmasında görmek mümkün. Yöresel bir kıyafet olan kimonoya baskı tekniği ile uyguladığı Coca Cola yazısı ile sanatçı, iki farklı kültür arasındaki ironik bağa dikkat çekiyordu.
Ve son olarak 2003 yılında Yayoi Kusama ile yaptığı iş birliği ile kendi tarihinde bir ilke imza atmış olan dev marka Louis Vuitton’dan söz etmek gerekir. Tabii ki Marc Jacops’un fikriyle hayata geçen projede, Louis Vuitton kıyafetlerinin aniden Japon sanatçı Yayoi Kusama’nın sihirli puanları ile donatıldığını görüyoruz. Çantalardan elbiselere kadar bütün ürünlerin üzerinde yer alan ve adeta sanatçının imzasını taşıyan benekler, sonrasında Londra’da açılan Vuitton butiğinin iç dekorasyonunu bile oluşturmuşlardı. Bu modaevin Kusama gibi çılgın bir sanatçıdan evvel de; David La Chapell, Sylvie Fleury, Arman, James Turrel, Murakami ve Richard Prince gibi dünya starları ile iş birliği yaptığını biliyoruz.
Türkiye’den bir örnekle de 2006’da, önde gelen modacılardan Vural Gökçaylı’nın “12 elbise 12 sanatçı” isimli projesinde sanat ve moda ilişkisini yakından görmek mümkündü. Bubi, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Koray Ariş, Bedri Baykam gibi Türk resim sanatının önemli sanatçılarının çalışmalarının yer aldığı bu proje, büyük beğeni toplamıştı. Özel olarak tasarlanan kumaşlar her sanatçının belirlediği renge boyanarak modacı Gökçaylı’nın son dokunuşları ile çıkmıştı ortaya.
Tasarımın sanat aşkı sadece kıyafetlerle bitmiyor tabii ki... Yine geçtiğimiz senelerde Portakal Sanat Evi’nin Anish Kapoor, Marc Quinn, Alexander Calder gibi dünyaca ünlü sanatçılarının eserlerinden hareketle tasarladığı mücevherleri özellikle Türk sanatseverlerin ilgi odağı olmayı başarmıştı.