“Söyle, tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus’un öfkesini söyle”. Bu dizelerle başlar Homeros’un “İlyada”sı. Gerek filmlere, gerek şiirlere, gerek de romanlara konu olmuş Truva kentini bir çoğumuz da Homeros’un “İlyada”sında anlattığı Truva Savaşı’ndan tanıyoruz belki de. Her ne kadar gerçekleşip gerçekleşmediği sorgulansa da bu savaş anlaşmazlık tanrıçası Eris’in Kral Peleus ve Thetis’in düğününe davet edilmemesi ile başlayan olaylar zincirinin son noktası. Eris, davet edilmediği bu düğünde intikam almak için ortaya üzerinde “en güzele” yazan bir elma fırlatır. En güzel olduğunu iddia eden tanrıçalar Athena, Hera ve Afrodit arasından Zeus, bu seçimi yapması için yaşayan en yakışıklı ölümlü olan ve Truva Kralı Priamos’un oğullarından biri olan Paris’i seçer. Paris’in işi de zor olur çünkü Athena ona bilgelik ve başarı, Hera zenginlik ve güç, Afrodit ise dünyanın en güzel kadınının aşkını vadeder. Paris de bunun üzerine elmayı Afrodit’e verir. Bir gün Sparta Kralı Menelaus’un Truva’yı ziyaretinde ise dünyanın en güzel kadınının Kral Menelaus’un eşi Helena olduğunu anlar Paris. Helena’yı Menelaus’tan çalar ve Truva Savaşı başlar. Truva kenti her ne kadar en çok bu savaş ile anılıyor olsa da kentin M.Ö. 3000’lerden M.S. 1000’lere kadar neredeyse kesintisiz 4000 yıllık bir yerleşim tarihi var. Bugünün Çanakkale’sinde Hisarlık Tepesi’nde bulunan bu kenti, 19. yüzyılda Alman arkeoloji ve tarih tutkunu Heinrich Schliemann bulur, yaptığı kazılarda ortaya çıkarılanları Almanya’ya kaçırır. Priamos’un Hazinesi olarak adlandırılan buluntuların bir kısmı Türkiye’de iken, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Berlin’den kaçırmasıyla çoğu parça şu anda Moskova’dadır. En görkemli yıllarını Tunç Çağı’nda yaşayan Truva kenti, savaşın geçtiği sırada ise birbiri üzerine kurulan yedinci kent. Savaşla birlikte bir yıkıma uğrar fakat tekrar canlanması çok uzun sürmez. Savaş bitiminde deniz yoluyla kentten kaçan Aeneas İtalya’da karaya çıkar ve Roma kentini kurar. Roma İmparatorları’nın soylarını Truva’ya dayandırması da bundan. Kent yıkıma uğramış olsa da Roma imparatorlarının kente ziyaretleri, belki de ata topraklarına olan borçları ya da saygıları ile eski ihtişamını kaybeden kente kattıkları, yaklaşık 1000 yıl sonra olsa dahi bu kenti yeniden canlandırmaya, yaşamasına yardımcı olmaya yetmiş. Bugün Truva’yı ziyaret ettiğimizde 5000 yıllık bir tarihle karşı karşıya kalıyoruz. Tarihi günümüzden 5000 yıl önceye dayanan, dile kolay üst üste kurulmuş dokuz kentte geçen farklı yaşayış biçimlerini gözümüzde canlandırmak çok da kolay değil aslında fakat Truva’nın 1998 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınışının 20. yılında 2018 Ekim’inde açılan Truva Müzesi ile aslında bu tarihi anlayabilmek, müzede bulunan gerek kronolojik açıdan düzenli, gerek de arkeolojik açıdan değerli parçaların varlığı ile o zamanlara kısa bir yolculuk yapmayı daha da kolaylaştırıp keyifli bir hale getirdi. Schliemann’ın yurt dışına kaçırdığı Troas altınlarından Türkiye’ye getirilen parçalara kadar pek çok eserin sergilendiği bu müze, çok ferah ve gezmesi kolay olmasının yanında son derece modern mimarisi ile de gezenleri büyülüyor. Hatta bugünlerde Truva Müzesi’ni sanal olarak gezmek bile mümkün.
Truva Müzesi’nden çıkınca sıradaki durak Aleksandria Troas. Çanakkale’den güneye doğru inerken Truva’ya girmeyip Ezine’ye doğru devam ederken karşımıza çıkıyor bu kent. Truva kadar eski bir tarihi yok. M.Ö. 300’lerde kuruluyor. Adından da tahmin edebileceğimiz üzere Alexandr yani İskender, nam-ı diğer Büyük İskender’e adanmış bir kent. Bu kentin önemi ise Büyük İskender adına kurulan dünyadaki 18, Türkiye’de ise iki kentten bir tanesi olması. Kent Truva kadar uzun süre yaşamamış olsa da Çanakkale sırtlarına vuran rüzgardan Truva gibi nasiplenip bir dönem zenginleşmiş, Smirna (İzmir) gibi antik dönemin liman kentleri ile yarışır hale gelmiş. Bir dönem yüz binlere çıkan nüfusun su sıkıntısı çekmesi üzerine yaptırılan su kanalları, sarnıç ve, adını bu su kompleksini yaptıran Romalı senatör Herodes Atticus’tan alan ve Anadolu’da görülen en büyük hamam olan Atticus Hamamı ise bu kentten günümüze kalanlar arasında. Alexandria Troas’ın diğer bir önemi de Hristiyanlığın yayıcısı Aziz Paulus’un bir dönem kaldığı ve Hristiyanlığı bir çok kişiye yaydığı bir kent olması.
Sırada son durağımız olan, antik Troas bölgesinin, antik Ailois bölgesiyle sınırında yer alan Assos kenti var. Ezine’den güneye doğru devam ederken karşımıza çıkar Assos. Karşısında Ege Denizi’nin koyu lacivert ve buz gibi sularının ardında, Antik Yunanistan’ın en ünlü şairlerinden olan ve lirik şiirin öncüsü Sappho’nun memleketi Midilli (Lesbos) adası görünür. Kıyı kısmından en tepeye kadar Antik Yunan, tepenin deniz görmeyen kısmı ise bir Osmanlı yerleşkesi, günümüzün Behramkale’si. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla dayanan bu antik Yunan kentini, Osmanlı’nın Behramkale’sinden zirvedeki Athena tapınağı ayırır. Güneş batışını izlemek için de harika bir nokta olan bu tapınağın belki de Anadolu arkeolojisi açısından en çok ilgi gören noktası ise Anadolu’daki ilk ve tek dor düzenekli inşa edilmiş olan tapınak olması. Bu tepeden aşağı doğru ise kent halka halka limana doğru genişliyor. Şehri çevreleyen surlar, nekropol (ölüler kenti, mezarlık), akropol, agora ve tiyatro bu kentten günümüze kalanlar arasında. Assos’u ziyaret etmeyi cazip kılan diğer bir nokta ise M.Ö. 340’larda burada bir felsefe okulu kuran ve bir süre yaşayan Aristo’nun anısına 2000 senesinden beri her sene “Assos’ta Felsefe” adıyla düzenlenen etkinliklere ev sahipliği yapması. Athena tapınağına çıkarken de bizi ilk olarak Aristo heykeli selamlıyor zaten. Deniz kıyısına vardığımızda ise hala kullanılan antik bir liman, daracık sokaklar ve sokaklarda boylu boyunca dizili taş evler bulunuyor. Assos’tan bahsederken Assos taşı olarak da bilinen andezitten bahsetmeden olmaz. Çok sert ve işlemesi zor fakat bir o kadar da dayanıklı bir taş andezit. Assos da sapasağlam andezit kayaların üstüne kurulmuş bir kent zaten. Günümüzde tatil beldesi olan diğer antik kentlerin aksine, çok daha sakin ve huzurlu Assos. Tarihi öneminden ötürü imara açılmaması ve andezit kayalarla kaplı dik bir tepeye kurulmuş olması da fazla turist almamasına neden oluyor. Ziyaretçiler ise 2000 yıllık limandan Kuzey Ege’nin buz gibi sularına girebiliyorlar.