Sanırım takip ediyorsunuzdur @serdabuyukkoyuncu adlı Instagram hesabımı… Hem eğlendirip hem güldürüyor, hem bilgilendirip hem de perde arkasında yaşananları paylaşıyorum bu hesapta. İşte bu günlükleri de Instagram hesabım için yazdım ve sizlerle de paylaşmaya karar verdim.
Yola çıktık, feci sıkıldım…
Uçuyoruz, uçtuk, uçtuk, hala uçuyoruz! Havada yüzlerce uçak, o uçaklarda on binlerce yolcu, yüzlerce Serda var sıkılan. Bogota’ya gidiyoruz, Kolombiya’nın başkenti. Uçağın ön tarafındaki daha rahat ve yatabilen koltukların olduğu bölümdeyiz hepimiz. Ve herkes uyuyor. Beraber uçtuğumuz arkadaşlarımızdan biri, yanımdaki malum şahsiyete melatonin tableti verdi. Adam uyuyan güzel misali devrildi kaldı. Önümdeki duvar bile daha hareketli. O biçim uyuyor. Kim mi o güzel? Tahmini zor olmasa gerek @saffetemretonguc’u. Uçakta kıpırtısız ve ruhani boyutta kendinden geçmiş uyuyan biri varsa, o kişi her zaman odur.
Uçağa binince sabah 03:00’te akşam yemeği verdiler. Malum pek iştahlı değildim. Ama gelecek kabak tatlısı, burma kadayıf ve ayva tatlısından oluşan tabağa hazırlamıştım kendimi. Dağıtılırken ellerimi yıkamak için kalkıp, koltuğuma döndüğümde tatlı tabağımın Saffet’in önünde ve bitmek üzere olduğunu gördüm. Yok canım, ne şikayet edeceğim! Kadayıfı yiyebilseydim hiç değilse. Neymiş efendim ben bu saatte tatlı yemezmişim…
Son lokmayı ağzına attı ve daha çiğnerken uykuya geçti. Uyuyor, hala uyuyor... Yaklaşık sekiz satimiz var daha. Adamın nasıl vücudu varsa 12 saatse uçuş 12 saat, 15 saatse 15 saat uyuyor. Ama günahını almayayım, bulunduğumuz bölümün tüm koltukları yatak pozisyonunda, herkes uyuyor, tek açık ekran benimki ve dördüncü filmimi izliyorum bir yandan.
Bir sürü bilgi topladım bu arada Kolombiya hakkında. Yazacağım hepsini bir bir önümüzdeki günlerde. Kolombiya’nın uyuşturucu ticaretini araştırdım sıkıntıdan. Algıda seçicilik, uyku-uyuşturucu. Saffet’in burun deliklerinin birine kolonyalı mendil tıktım. İndiğimizde yeterince oksijen alamayacağız ya basınçtan, ona alıştırayım diye yani. Gerçi o farkında değil, hala uyuyor. Şimdi diğer deliğine de kağıt sokacağım ve fotoğraflayacağım tepkisini iyi göreyim diye. Bakalım ne yapacak? A aa uyandı ve çektim!
Uzun, uzun, uzuuun uçuşumuz sonrası vardık Kolombiya’nın başkenti Bogota’ya. Gece yarısı bindiğimiz uçağımız feci bir saat farkıyla sabahın erken saatlerinde vardı şehre. Gel de jetlag olma. Tam sekiz saat fark var Türkiye ile. Bu şu demek; İstanbul’da kahvaltı saatinde sen çorba, ara sıcaklar, ana yemek, tatlı ve içki içeceksin. Bu da kilo demek.
Bogota tam 2640 metre yükseklikte. Dünyanın en yüksek üçüncü başkenti. Şöyle bir şey hayal edin. Burun deliklerinizden biri tıkalı. Ağzınızsa kapalı. Ve sadece bu kadarcık nefes alıyorsunuz. Yetmeyen oksijeniniz yüzünden halsiz ve bitapsınız. Allah’tan bunu önleyen ilaçlar ve koka yaprağı var. Kullanırsanız rahatlıyorsunuz. Uykuyu hiç sormayın. Uçakta uyuyanlara helal olsun. Uyuyamayanların ise Allah yardımcısı olsun. Çünkü uyku bozukluğu yaşamamak için sıcacık yatağınızda uyumanız gereken saatlerde sürünerek müze gezmek, şehir turu atmak, selfie çekmek durumundasınız -ki öyle yaptık-.
Gangster’lerin kol gezdiği, adım başı uyuşturucu satıcılarının dolaştığı, her köşe başında makineli tüfekle taranmış cesetlerin olduğu, vücudunu satıp, aile geçindiren çocuk yaşta genç kızların sizlere yalvardığı bir şehir... Değil! Bogota son 10 yılda müthiş gelişmiş. Devlet başkanı Santos gerillalarla anlaşma imzalayarak ülkeye huzuru getirmiş. Hatta Nobel ödülü bile almış bu yüzden. Pek çok yatırımcı gelmiş art arda huzur gelince ülkeye. Tam 80 yeni otel yapılmış bu kadarcık zamanda. Gökdelenler birbirleriyle yarışıyor. Son alışveriş mekezinde tam 350 uluslararası marka var.
Hollanda’dan sonra ise dünyanın en büyük ikinci çiçek ihracatçısı. Kelebek ve kuş çeşitliliği olarak dünyanın en önemli ülkesi. Ortalama 50.000 öğrenci kapasiteli dört devlet üniversitesi var. 46 özel üniversite ile de Güney Amerika’nın öğretim merkezi sayılıyor. Şehirde yüz binlerce genç öğrenci yaşıyor ve enerjileri her köşe başında hissediliyor. Mevsimler Kuzey Yarım Küre’ye göre ters işlediğinden okullar Kasım-Aralık’ta yaz tatiline giriyor. Mevsim yok Kolombiya’da. Sıcaklık hep 14-20 derece. Bol yağış var ve Bogota’nın her yerinden yeşil fışkırıyor. Amazon ormanlarının %10’u Kolombiya’da zaten.
Uçaktan indik ve valizlerimiz otele gitti, biz de şehrin eski binalarının olduğu bölüme. Burası tam bir graffiti cenneti. Devlet destekli hem de. Eskiden bu bölgenin tüm evleri beyaz-yeşil boyalıyken yapılan bir yarışma sonrası, gökkuşağı renklerine bürünmüş. Saat farkı süründürse de Kolombiya’nın bu bölgeleri tam da hatırladığım gibi. İstanbul’un gece yarısında mükellef öğle yemeğimizi yiyip altın müzesine gittik. Ee Bogota’da bulununca altını yazmak farz oldu. Neden mi? E dünyanın en büyük altın müzesi Bogota’da da o yüzden. Bakın size kaydedebilecek bir belge hazırladım. ‘Keşfinden İtibaren Altının Kronolojisi’ni anlatayım size birazcık:
MÖ 4000 yılında; Orta ve Doğu Avrupa’nın bazı yerlerinde ilk defa altın kullanılmış. MÖ 3000 yıllarında; Mısırlılar, altının diğer metallerle alaşımı ve yaprak şeklinde işlenmesinde ustalaşmış. MÖ 1500 yıllarında; Orta Doğu’da şekel, altının standart ölçü birimi olarak kullanılmış. MÖ 1091 yıllarında; Çin’in altınının para birimi olarak kullanımı yasallaştırılmış. MÖ 58 yıllarında; Julius Caesar, Galler’de Roma’nın borçlarını ödemek için yüklü miktarda altına el koymuş. 1100 yıllarında; Venedik, batı ve doğu arasında ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle dünyanın önde gelen altın pazarı olmuş. 1511’de; İspanya Kralı Ferdinand, kaşifleri Batı Yarım Küre’ye altın aramaya yollamış. 1787’de; ilk Amerikan altın parası basılmış. 1833’de; Kuzey Carolina, ilk altın hücumuna sahne olmuş. 1848’de; Kaliforniya altın hücumu gerçekleşmiş. 1850 yılında; Avustralya, Yeni Güney Galler’de altın bulunmuş. 1886 yılında; Güney Afrika’da ilk altın bulunmuş. 1887 yılında; Glasgovlu doktorlar siyanür kullanarak altın çıkarma patentini almış. 1896’da; iki altın arayıcı, Kuzey Kanada’da bir nehirde balık avlarken altın bulmuş. Alaska Yucon Bölgesi’nin güneyinde daha çok altın olduğu söylentileri ile 1898 yılında 100 yılın son altın hücumu patlak vermiş. 1900’da; Birleşik Devletler, para birimi için altın standardını kullanmaya başlamış. 1922’de; Kral Tutankamon’un mezarı (MÖ 1352), 1200 kilogramlık tabutun ve içerisindeki yüzlerce altının çıkarılması için açılmış. 1927’de; Fransa’da altının, romatizma tedavisinde değerli bir madde olduğu kanıtlanmış. 1933’de; Roosevelt altın ihracını yasaklamış. Amerika halkına sahip olduğu tüm altınlar teslim edilmiş. Ayrıca altına günlük fiyatlar belirlenmiş. 1960’da; altın kaplı aynalar kullanılmış ve lazer icat edilmiş. 1969’da; astronotların gözlerinin güneş ışınlarından korunması için altın kaplı başlıklar ilk olarak Ay’da (Apollo 11) kullanılmış.
Müze çıkışında müthiş renkli, eğlenceli, ‘her şey var’ sokakları gezisi sonrasında, Simon Bolivar Meydanı’nın hem tarihi hem yeni binalarını gezdik, güvercinlerin kendimizi şanslı hissedip milli piyango derdine düşmemize sebep olmamaları için uğraştık ve sonra da ‘cüsseli insanlar’ın ünlü ressamı Botero’nun evini ziyarete gittik. Olağanüstü bir müze haline gelmiş ev. İçinde sadece Botero’nun şişmanları yok, döneminin pek çok ünlü ressamının eserleri de var. Uyumamak üzere sözleşip otelimize bir duş vakti ayırıp, şahane bir akşam yemeği ile geceye, pardon gündüze veda ettik.
Bedenim İstanbul gündüzüne kodlu olduğundan ve bendeniz gündüz uyuyamadığımdan gece boyu savaştım. Pek de başarılı olamadım. Ertesi sabah kahvaltı sonrası Saffet yeterince yükseğe çıktığımızı düşünmemiş olsa ki, Bogota’nın tepesi Monserrate Dağı’na çıktık fünikülerle. Tam 3180 metre dağın yüksekliği! Kutsal bir kimlik yüklenmiş Monserrate’ye. Hz. İsa›nın çarmıha gerilişine kadar geçirdiği 14 aşamayı gösteren Floransa’dan getirilen heykeller var tırmanış yolu boyunca.
Hala ölmedim. Mağrur duruşumu bozmuyorum ama yüzüm karıncalanıyor, başım ağrıyor, kafam sanki cenderede. Yetmiyor nefessizim bir de. Sonra Tuz Katedrali’ne gittik bu kez de. Yerin 200 metre altında tuz çıkaran maden işçileri için yapılmış olan muazzam tuz katedraline. Adam inatçı, bedenime şok üstüne şok uyguluyor. Daha geçenlerde dünyanın en derin yerine, Lut Gölü’ne gitmiştik Amman’da. Katedralden sonra toprağı öpmek istedim ama öyle takatsizim ki, eğilemedim bile. Yarın Bolivya’yı deneyecek. Dünyanın en yüksek başkentini.
Burada uçak saatleri komandolara göre ayarlanmış. Zaten jet lag’iz, yetmez deyip uyku düzenimize bir darbeyi de yerel havayolları vurdu acımasız rötarı ile. Akşam geldik, ertesi sabah çıktık La Paz Havaalanı’ndan. Uçakların işi çok kolay, inişe geçmek falan yok. Havadaylen çıkıyor önünüze havalanı, araba parkeder gibi parkediyorsunuz uçağı 4100 metre yukarıda.
Gördüğüm en etkilendiğim, en anlayamadığım şehir La Paz. İspanyolca ‘barış’ demek. La Paz hakkında bilmeniz gerekenler. Yükseklik dayanılır gibi değil. Kent feci kayalık dağlara kurulmuş. Niye kurulmuş anlamak mümkün değil, dağların arkası kilometrelerce ova çünkü. ‘Güvenlik’ falan diyeceksiniz şimdi. Yahu 4100 metre yukarıdaki ovaya hangi akıllı ordu çıkar. Çıkarsa da değil kılıç, mızrak, parmağını oynatamaz. Bir daha dağa ne gerek var ki? Bolivya’nın tamamı tuğla kentlerle kaplı. Vergi vermemek için binaların sıva ve boyasını yapmıyorlar. Öyle bir hale gelmiş ki, La Paz sanki gecekondu kenti. Yüz binlerce tuğla ev düşünün. Dağlar bunlarla kaplı.
Ulaşım öyle zor ki kara yolundan, kentin toplu taşıma aracı teleferik bu yüzden. Avusturyalılara sekiz ayrı hat yaptırmışlar, renklerle ayrılıyor ve birbirlerine aktarmalarla bağlı. Vızır vızır dakika başı aralıksız dolaşıyorlar havada yüzlerce teleferik kabini, uçuşan böcekler gibi.
Cadı Pazarı’nda hala ceninler, fetüsler satılıyor büyü için. Ay vadisi diye bir bölgeye gittik, sanırsınız ayrı gezegen. Su, hava ve toprağın savaşının sonuçlarını sergiliyor bu vadi insanlara. Kendinizi hakikaten Ay’da hissedebilirsiniz çünkü dağın tepesinde Ay’da gibi yürüyebiliyorsunuz, ağır çekim yani. 45 dakikalık tur yapalım kaya yürüyüşünde diyecek gibi oldu Saffet, hemen daha geçenlerde Petra yollarında diz çöküp isyan etmesini ve eşeğe binmemizi hatırlattım. Burada eşek de yok binecek çünkü. Ve 15 dakikalık turda karar kıldı. Emekler modda otele dönüp ağır sporumu yaptım. Duş yapmak yani. Ardından yerel bir lokantada, yerel müzikler eşliğinde yemek yedi herkes. Ben hariç. Niye mi? Bir midem bulanmıyordu, o da başladı. Telefonu tutan elim titriyor, parmaklarımda da feci karıncalanma var. Ha bir de gözlerimdeki kanlanmadan bulanık görüyorum…
Dünya’nın en derin yerindeki göl, yerin 400 metre aşağısı: Ürdün›deki Lut Gölü. En yüksek yerdeki göl ise 3810 metre yukarıda: Bolivya’daki Titikaka. İşte orayı da görmeye gittik. Bir marjinal yaşar olduk ki anlatamam. Bir hava bir hava... Ayy inanmıyorum havasızlık kafama vurdu. Aklım hep havada olunca aklıma da hep ‘hava’lı kelimeler geliyor. Artık alıştık, hepimiz normalleştik. Biraz daha uğraşırsak havasız yaşamaya başlayacağız ki en sıra dışı turlarımızı da başlatabileceğiz. Ay turu, Mars turu. ‘Güneşi hiç bu kadar yakından görmediniz’, ‘Çölün kırmızısı mı, Mars’ın kırmızısı mı?’, ‘Siz hiç uzayda yüzdünüz mü?’, ‘Kafanızı dinlemek için uzay boşluğunda sonsuz sessizlik’ turları gibi…
Titikaka bizim Büyükçekmece, Küçükçekmece misali ikiye ayrılıyor. Ama birbirlerine boğaz ile bağlı Küçük ve Büyük Titikaka. Gölün etrafını dolaşmamak için araçları tek tek karşıya geçiren tekneler var Copacabana kasabasında. Şaşaalı kiliseleriyle meşhur Copacabana’da bir dini bayrama denk düştük ki, sanırsınız Amazon’un tüm çiçeklerini kiliselere taşımışlar. Gölün ortasındaki adalardan İnka Medeniyeti’nin kurulduğu Güneş Adası’na gidip orada yerel halkın yediği yemekleri yedik, gençlik çeşmesinde yüzümüzü yıkadık. Vay vayy havaya bak. Sıra dışının daniskası. Dünya’nın en yüksek ülkesinin, en yüksek başkentinin, en yüksek gölünün, en ortasındaki adanın en iyi yerinde, yerli yemekleri yemek, hatta gençleşmek. Peh, peh...
Bolivya’dan Peru’ya geçişimiz kasabanın dışındaki metruk bir kulübeden geçerek oldu. Ciddiyim. Patika kıvamında yol ortasında bir kuka var. Bir de bir çamaşır ipi. İpin bir tarafı Kolombiya, diğer tarafı ise Peru. Bir kulübede pasaportu kaşeliyorlar. Otobüsten valizleriniz el arabalı yerlilerce taşınıyor, öbür taraftaki otobüse yükleniyor. Siz de ipi geçip diğer kulübede tekrar kaşeletiyorsunuz. Peru tarafındaki Titikaka Gölü’ne sıfır otelimizden sabah çıkıp Yüzer Adalar›a gittik teknelerle. Sazların üzerinde yüzlerce yüzen ada ve kulübe var. Her şey sazdan. Orada yaşıyorlar. Hediyelik eşyalar üretip satıyorlar. Sazdan teknelerle turlar düzenliyorlar.
Gittikçe yaklaşıyoruz Machu Picchu’ya.
Cusco isimli bir kente geldik şimdi de. Buradan gideceğiz hedefimize. Cusco’da Yaşam gördüğüm en ilginç, en güzel, en sıra dışı şehirlerden biri hala benim için. Hayat boyunca unutmayacağınız bir yer. Gerçekten gelin buralara. Zor olsa da gelin. Yaşlanmadan gelin. Bu tür ülkeler hele benim yaşlarımda tek başına gelinecek veya sıradan tur şirketleriyle gelinecek yerler değil. Her türlü kötü sürpriz her an karşınıza çıkabilir. Gittiğiniz şirketin tüm olumsuzluklara hazır olması ve önlem almış olması lazım.
Cusco’da da buna dikkat ettik ve İspanyol Vali’ye ait sarayın muhteşem bir müze otel haline getirilmiş Palazzo del Inca isimli otelinde konakladık. Gördüğünüz tüm tablolar, heykeller, mobilyalar ve eşyalarla kendinizi o yüzyıllarda hissettiriyordu otel. Cusco turistlerinin çoğu Machu Picchu’ya tırmanmak için gelenler. Ve bunların büyük kısmı da sırt çantalı gezginler. Pek çok yer gençlere yönelik olsa da, bizim gibi konuklar için alternatif yüksek standartlı oteller de var -ki biz bunların bence en iyisinde kaldık-.
Cusco daha önce gittiğimiz yerlere göre göreceli daha alçak. Bu da turumuzun ayrı bir hassasiyeti. Bu gezinin starı Machu Picchu. Pek çok tur şirketi turlarına Peru ile başlıyor ve daha geldiklerinin ertesi günü konuklarını oraya götürüyor. Basınca henüz alışmamışken o yüksekliklere tırmananlar tam anlamıyla telef oluyor. Biz tersini yaptık. Böylece diğer yerlerde basınca alışan bedenimiz Machu Picchu tırmanışında tam kondisyonluydu. Ve gerçekten hazmederek gezdik oraları. Cusco’dan çok şık otobüsümüz tırmanışın trenle yapılacak bölümüne götürdü bizi, Ollantaytambo’dan bindik first class trenimize. Bize şampanyalarla karşılandığımız çok şık bir kompartıman, bir de canlı jazz müziği yapılan bar kompartıman ayrılmıştı.
Biraz dönem filmlerindeki Hindistan›da yaşayan İngiliz asilzadeleri gibiydik ama “Amaaan bir daha mı geleceğiz buralara” diyerek, keyfini çıkardık. Kompartımanımızın bir de balkonu vardı ki eşsiz duygular yaşattı bize. Açıkta gidip, doğayı içimize çektik, engin dağların, çağıldayan ırmakların, dağ hayvanlarının ve yeşilin milyon tonunun arasından geçerken.
İndiğimiz durak Machu Picchu Town isimli bir kasaba. Gerçek Peru, gerçek doğal hayat. Bizim Doğu Anadolu. Buradan yine şık otobüsümüz tırmanışa başlayacağımız yere götürdü bizleri efsane manzaralarla... İndiğimiz an uhrevi duyguların tavan yaptığı andı. Belki de hiç çıkmadığınız bir yükseklikte, 2800 metredesiniz. Etrafınız binlerce metre yükseklikte yemyeşil dağlarla çevrili. Aşağıda iplik inceliğinde görünen ama aslında çağıl çağıl çağılayan bir nehir. Çevrenizde İnka Medeniyeti’nin o meşhur görüntüsü. Müthiş bir akustik ve sessizlik. Etrafınızda otlayan lamalar. Arada bir condor kuşu çığlıkları...
Çoğu konuğumuz hayatının hayalini gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunda. Gözler nemli ve buğulu... Güney Amerika’nın en eski uygarlıklardan biri olan İnkalar, oldukça şaşırtıcı özelliklere sahip. En büyük Güney Amerika halklarından biri olmalarına rağmen, yazılı bir dile sahip değillermiş. Bu nedenle nüfusları hakkında kesin bir bilgi yok. Bir haber iletmek istediklerinde yaptıkları yollardan giderek röle sistemi gibi bir sistem kullanırlarmış. Yazılı sistem olmadığından elçiler, mesajları ezberlemek zorundaymış.
Machu Picchu Hakkında Bilmeniz Gerekenler. Gördüğümüz tüm yapılar harçsız. Birbirlerine uyan dev taşlar, sıkı bir şekilde birbirine bağlanmışlar. İmparatorluğun ulaşabildiği en büyük sınırın uzunluğu 5230 kilometre olmuş. İnka Uygarlığı 1532 yılında Francisco Pizarro tarafından 180 adamıyla yok edilmiş. İnkaların lideri olan Atahualpa›yı ve birkaç bin askerini tuzağa düşürmüş ve 30 dakikada yenmiş. Dağların arasında kaldığından 1911 yılına kadar keşfedilememiş.
Artık dönüş yolundayız. Sabah Lima’ya doğru yola çıktık. Lima iç içe geçmiş refah halkalarından oluşuyor. En dış halka sefil dünya, en iç halka tam bir rüya... Pasifik dalgalarının dövdüğü sahili, şehrin birkaç yüz metre aşağısında.
Amerika’nın arka bahçesi diyorlar ya... Şimdi şöyle bir şey efendim. Panama, ormanın içindeki Maslak. Şehrin nüfusu bir buçuk milyon. Adamlar yapmış 10 milyonluk gökdelen. Sanırsınız hepsi dolu. Değil. Yarısı boş. En büyüğü Trump Tower. İki orman var şehirde. Biri ağaçlardan, biri gökdelenlerden oluşuyor.
Panama’da Yaşam. Nem öyle böyle değil. Bizim Fin hamamı dediğimiz buhar banyolarına giysilerinizle girdiniz varsayın. Sokakta herkes Bo Derek. Tüm vücut hatları meydanda o ıslak giysilerle. Aklınıza erotik bir şey gelmesin. Şehirde herkes obez. Ve aynı yerde beş dakika durum, yerler ter gölü. Ay hatırlayınca bile tiksindim.
Adamlar kanalı öyle havalı hale getirmişler ki anlatılmaz. Bir gemi büyüklüğünde bir havuza su doldurup gemiyi yükseltiyorlar. Sonra boşaltıp öbür tarafa indiriyorlar. Eskiden eşekler ile havuza sokup çıkarıyorlarmış. Şimdi raylı lokomotifllerle. Öyle ahım şahım bir şey değil. Ama rodeo sunucusu gibi bir adam olayı anlatıyor, alkışlatıyor, ıslık çaldırıyor falan... Siz de havaya giriyorsunuz ne olduğunu anlamaya çalışırken.
Efendim 9 günlük seyahatin özetini, canlı yayınlarını, hikayelerini paylaştım sizlerle bu yazımda. Hoşunuza gitti mi?