Dijital sanat denince Türkiye'de akla gelen ilk isimlerden biri olan ha:ar yurt içinde ve yurt dışında sergiledikleri işleriyle adından söz ettiriyor. 2018'de temelleri heykeltıraş Hande Şekerciler ve yeni medya sanatçısı Arda Yalkın tarafından New York'ta atılan ha:ar isminin hikayesini Şekerciler, "Hande ve Arda'nın ilk hecesini birleştirip, arasına iki nokta üst üste koyarak ha:ar ismini bulduk. Kuzey dillerinde olmadık bir anlama gelip gelmediğini araştırırken de İskoç Kuzey Buz Denizi üzerindeki bir sisin adı olduğunu öğrendim" cümleleriyle anlatıyor. Üretimlerinin ana kodunun paylaşım olduğunu ifade eden ikili, sanatlarını besleyen yegane şeyin merak olduğunu da söylemeden geçmiyor. Aynı zamanda iki sevgili olan ve birlikte aşkla üreten çiftin sanat öyküsüyle baş başasınız.
Hande Şekerciler: 2005 yılında yollarımız kesişti. Arda'nın o dönem bildiğimiz pek çok müzisyenin sahne görsellerini tasarladıkları bir stüdyosu vardı. O dönemde de sanatçıydı ama kendisi farkında değildi. Bir süre sonra gelen tekliflerle beraber sergiler yapmaya başladı. ha:ar adıyla beraber çalışmaya başlamamız ise 2018'e dayanıyor. Arda New York'ta bir programdan davet alınca "Birlikte yapsak nasıl olur?" dedi. O zaman konvansiyonel yöntemlerle modern teknolojiyi nasıl bir araya getiririz diye düşünmeye başladık. "Sanatçı ismi olarak ne yazalım?" diye sorduklarında, biz de Hande ve Arda'nın ilk hecesini birleştirip, arasına iki nokta üst üste koyarak ha:ar ismini bulduk. Kuzey dillerinde olmadık bir anlama gelip gelmediğini araştırırken de İskoç Kuzey Buz Denizi üzerindeki bir sisin adı olduğunu öğrendim.
Arda Yalkın: Ben daha çok reklamlar, müzik videoları ya da animasyonlar üretirken 2010 yılında bir galerici bana, "Contemporary Istanbul'a 'Video Cube' adında bir seçki hazırlıyoruz. Sen de oraya bir iş yapar mısın?" dedi. Ben de o seçkiye bir video yaptım ve o video bir koleksiyona girdi. 2012'ye kadar çeşitli video eserler ürettim. 2012'de bu sefer bir solo sergi teklifi geldi, tamamen video art eserlerden oluşan bir sergi yapmak istediler. Ben resim yapacağım, resim sergisi yapacaksanız olur" dedim. Oturdum çalıştım ve dijital kolajları çizimlerle birleştirdiğim bir sergi açtım. Ardından iki solo sergi daha geldi. Barcelona, Paris ve New York'ta önemli fuarlara katıldım.
2017 yılında New York'ta bir işimi sergilerken bir süre burada yaşayalım istedik. Sonrasında 2018'de de geçici olarak NY'a taşındığımızda beraber çalışmaya başladık.
A. Y.: Sanatsal anlamda 1 Mart 2018'den beri birlikte çalışıyoruz. Onun öncesinde birbirimizle fikir alışverişi yaparak, aslında pratik anlamda da birlikte çalışıyorduk. 2009'dan 2011'e kadar bir de animasyon stüdyomuz vardı.
A.Y.: ABD, İtalya ve Londra'daki sergilerde genellikle CGI resimler/videolar ve heykeller üzerinden ilerledik. Londra sergisinden hemen sonra İstanbul'da kendi atölyemizi kurmamızla beraber daha kompleks projeleri bir arada yapabilir hale geldik. İmkanlarımız da ona göre genişledi. Heykel ve resim alanındaki üretimimiz, daha büyük ve karmaşık enstalasyonlar, jeneratif yapılar, yapay zeka, hatta kendi tasarladığımız yazılım ve donanımları da içine dahil ettiğimiz projelere evrildi.
A. Y.: ha:ar'ın eserlerinin ana konusu her zaman "insan" oldu. Bütün işlerimizin merkezinde beden, düşünce ya da salt hareket olarak hep insan var. Bu kavramı genellikle bizi yönlendiren ana güç haline gelen teknoloji ile olan ilişkimiz üzerinden düşünüyoruz. Modern teknoloji bizi sürekli, yüksek yoğunluklu fakat dikkatlice filtre edilmiş bir tür iletişim halinde olmaya zorluyor. Bir yanda gerçek varlığımız, gerçekten yaptıklarımız ve bu eylemlerin reel sonuçları var. Öteki tarafta (özellikle post sosyal medya döneminde hayatımızı tamamen işgal eden) hayal ettiğimiz, genellikle eyleme dönüşmeyen, kurmaca benliğimiz var. Biz ise bu iki "benlik" arasındaki uçurum ne kadar derinleşirse o kadar mutsuz oluyoruz. Eserlerimiz, kurmaca benliklerimizi dünyaya pazarlarken oluşturduğumuz ikonografi ile ilgili çoğunlukla. Rönesans ve öncesindeki Ortodoks ikonografisi kültüründe, sanatın dini ve politik mesajları iletmek için kullanılma biçimi çok ilgimi çekiyor. Örneğin, ikona üreticilerinin kendilerini "tanrının iradesi ile yönlendirilen aracılar" olarak tanımlaması ve milyonlarca insanın buna inanması bana büyüleyici geliyor. Sanırım, sosyal medyaya angaje olduğumuzdaki ruh halimiz biraz ikonagraflara benziyor. Kendi ikonografimizi yaratmaya çalışıyoruz ve çoğumuz yavaş yavaş oradaki benliğimiz ile hastalıklı bir ilişki kuruyoruz. Oradaki bizi de -tıpkı ikonalar gibi- kutsal kabul ediyoruz. ha:ar, birçok işinde, kendimiz ve teknolojinin olmamızı istediği insan arasındaki savaşı işliyor. Teknoloji kelimesini özellikle kullanıyoruz çünkü özellikle son yüzyılda insanlığın sürüklendiği yönü belirleyen şeyin düşünce, yani felsefe değil, teknolojinin kendisi olduğuna inanıyoruz.
H. Ş.: Neden her heykel yapana sanatçı demiyoruz? Benim tanımım biraz da merak meselesi üzerinden şekilleniyor. Eğer sanatçı dediğimiz kişi meraklıysa, sürekli başına dert açıp çözmeye çalışıyorsa orada farklı bir üretim oluşuyor. Sanatçı aslında merakının peşinde yeni şeyler keşfeden ve bunu başkalarına anlatabilen yaratıcı biri diyebilirim.
A. Y.: Özellikle son 15-20 yıldır, yazılımların ve donanımların yetenekleri ve kapasiteleri artarken fiyatlarının düştüğüne ve daha demokratikleştiğine şahit oluyoruz. Dahası internet üzerinden bilgiye ve eğitime ulaşma konusunda da imkanlarımız artıyor. Dijital enstrümanlar daha önce yapmayı istediğimiz ama yapamadığımız birçok şeyin önünü açıyor. Örneğin, artık insanın dünyayı algılayışını direkt olarak manipüle edebilecek yöntemlerimiz var. Diğer yandan sanat eserleri sadece izlenen, gözlenen bir nesne olmaktan çıkıp izleyicinin varlığı ile anlam kazanan (interaktif sanat) bir forma dönüşebiliyor. Bu tür ultra modern medyumlar, sanatçılara yeni kapılar açıyor. Bu nedenle sanatçılar arasında dijital araç ve medyumlara olan ilgi de sürekli olarak artıyor. Toplumun da teknolojiye karşı artan ilgisiyle, bu alanda çalışan sanatçılar ve ürettikleri eserler; gerek sanat kurumlarında ve koleksiyonlarda, gerekse kamusal alanlarda daha da görünür olmaya başladılar. Türkiye'de de durum farklı değil. Yeni medya alanında çalışan Türkiyeli sanatçıların görece daha görünür ve biliniyor olmalarının sebebini henüz bir ekolünün oluşmamış olmasına bağlıyorum. Herkes, geldiği yer ve eğitimi ne olursa olsun üretiyor ve onları bağlayan, hapseden katı kurallar yok. Türkiye'de müzelerin, galerilerin çoğu zaten bu insanlara kapalı. Böyle olunca müthiş bir yardımlaşma ve dışarıya açılma söz konusu oluyor. Risk alan, öğrenen, kendisini geliştirebilen sanatçılar modern medyumlara çoktan adapte olmuş modern ülkelerde müthiş işler çıkarıyorlar.
A. Y.: ha:ar'ın geçmişi sadece dört yıl. Bunun iki senesi de ortak kapasitemizi keşfetmekle, bir dil ve söylem oluşturmakla geçti. Dört seneye yurt dışı, iki Türkiye sergisi, iki kitap, fuarlar, karma sergiler ve bir de Piksel'i sığdırdık. Üstelik bu sürenin yarısı pandemi koşullarında geçti; yani oldukça üretken sayılırız. Özellikle İtalya'daki sergilerden sonra şunu anladık, galerilerin bembeyaz dört duvarı içinde kalma fikri çok sıkıcı. İçinde bulunduğumuz ekosistemin gerçeği bu tabii ama bunu aşmanın yollarını bulmaya çalışıyoruz; elimizdeki bütün imkanları bizi dört duvar arasında kalmaya ve bize verilene razı olmaya, sadece beğenileni üretmeye zorlayan yapının dışına çıkmak için kullanıyoruz. Bu hedef için iş birlikleri kuruyoruz; kendi ilişki ağlarımızı ve üretim yöntemlerimizi geliştiriyoruz. Bütün kazancımızı atölyemize, araştırmalarımıza, teknik altyapımızı geliştirmeye ve yeni eser fikirlerine yatırıyoruz. İmkanlarımızı ve sahnemizi başka sanatçılarla paylaşmaya gayret ediyoruz. Bu da bizi özgürleştiriyor ve her seferinde daha kompleks fikirleri hayata geçirmemizi görece olarak kolaylaştırıyor. Hiç "Ya, düşünsene şurada sergi açmışız, şu koleksiyonda ya da fuardayız, şöyle bir ödül almışız" diye bir diyaloğumuzu hatırlamıyorum. Daha çok o anda uğraştığımız, son derece gerçekçi, gerçekleştirilebilir ve bizi bir sonraki, bilmediğimiz maceraya taşıyacak işlerin yoğunluğu ile geçiyor zamanımız. Tabii bu körü körüne ilerliyoruz demek değil. Ne yöne gitmek istediğimizden eminiz, çünkü esas macera gitmek; orada olacak şeylerin hayalini kurmak değil.
H. Ş.: Teknolojik gelişmelerle birlikte gerçeğin sınırları da esniyor ve değişiyor. Kolektif üretimimiz bağlamında bakarsak, heykel gibi sıklıkla geleneksel üretim metotlarını sahiplenen; hem sergileme hem üretim için fiziksel alana ihtiyaç duyan bir pratikle, bu anlamda daha özgür, mekansız olabilen yeni medyayı nasıl bir araya getiririz fikri bizi harekete geçirdi. Şu ana kadar da bu iki mecrayı bir araya getiren iyi bir "melezleme" yaptığımızı düşünüyorum. Hatta bu yaklaşım, heykellerimi olduğu kadar üretim süreçlerimi ve sergileme biçimlerimi de etkiledi. Biz teknolojik araçları, sadece kullanmak için kullanmıyoruz. Ya da salt bilgisayar estetiğine yaslanan yapıtlar üretmiyoruz. Tüm üretimimiz fikirler üzerinden ilerliyor. Bir fikri işlerken en uygun medyum ya da teknoloji neyse onu kullanıyoruz. Örneğin, hayatımızdaki etkisini gittikçe arttıran yapay zeka ya da büyük veri ile ilgili bir eser üretirken yağlı boya kullanmak çok efektif olmayabilir. Teknolojiyi de yanlış anladığımızı ve sadece bilgisayar ya da yazılımlara indirgeyerek tartıştığımızı düşünüyorum. Bir işi yapmak için kullandığımız her türlü araç, gereç ve yöntem teknolojidir. Konvansiyonel sanatta kullandığımız araçlar, boyalar, fırçalar, gönyeler, matkaplar ya da basit matematiksel hesaplamalar da teknolojik buluşlardır. Bu nedenle yüzyıllardır teknolojiyi kullanan sanatçıların şimdi bundan çekinmesini anlayamıyorum. Öte yandan, modern teknoloji ve bilgisayarlar var diye insanlık tarihi kadar eski yöntemleri, medyumları reddetmek ya da yok saymak kadar saçma bir şey olamaz. Biz geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bulanık alanda dolaşmayı seviyoruz.
H. Ş: Buna çok net bir yanıt vermek mümkün değil bence. Sanat tarihinden yapay zekaya, teknolojiden edebiyata çok geniş bir beslenme alanımız var. Gün içinde okuduğumuz, izlediğimiz birçok şeyi paylaşıyoruz birbirimizle. Bunlar karşı tarafta bazen hiç yanıt bulmazken bazense bir kıvılcım çaktırıyor ve oradan bir iş üretmeye başlıyoruz.
H. Ş.: Atölyemiz müziğin hiç eksik olmadığı, ihtiyacımız olan tüm araç, gereçlerin yani oyuncaklarımızın toplandığı bir oyun alanı.
H. Ş.: ha:ar, farklı medyumlarla çalışmanın getirdiği bu dinamik yapıyı kullanıyor. Bu sayede bir sınıra bağlı kalmadan, ikimizin ana pratikleri ve diğer olası tüm medyumlar arasında salınıyoruz. Bu sırada tabii ki kavramlar ve teknikler üzerine bolca tartışmalar oluyor. Her konuda fikir ayrılığına düşebiliyoruz. Birisi önce büyük bir fikir atıyor ortaya, genelde de Arda oluyor bu kişi. Daha sonra onu birlikte yoğurarak yeni bir şey haline getiriyoruz.
A. Y.: Nedense teknik olan her şeyi ben yapıyormuşum gibi bir algı var ama hiç doğru değil; Hande benim anlamadığım bir sürü yazılım ve donanımı kullanıyor. Ortaya çıkan eserleri tek başıma yapamam. Bir de bırakın tartışmayı, çatışmalar olmadan iki kişinin beraberce sağlıklı bir yaratım ve üretim süreci gerçekleştirebileceğini sanmıyorum. Esere katkıda bulunacağına inandığımız ama karşı tarafın bir sebepten göremediği bir öneriyi, salt uzlaşmak uğruna çöpe attırmayız ikimiz de çünkü hem birbirimizi hem de kendi pratiklerimizi çok iyi tanıyoruz. Bu noktalarda ortak bir karara varmak çok kolay olmayabiliyor. Ben işleri her zaman çok büyütüyorum. İşin her aşamasında her şeyi biz yapalım istiyorum. Ve bu durum bazen bizi zorluyor. Bu konuda ters düştüğümüz de oluyor.
A. Y.: Aşk ve sanat üretimi bizde iç içe geçmiş durumda. Aşk tek başına ilişkiyi sürdürmek için yeterli olmuyor. Bu anlamda saygı çok önemli. Bizim de birbirimize çok fazla saygımız var. Saygı ve dürüstlük, korumaya çalıştığımız şeyler. Yaptığımız tüm işlere bu durum yansıyordur elbette.
H. Ş.: Herhalde kimse aşk nedir diye uzun uzun düşünmüyordur. Ben de düşünmedim açıkçası. Aşk biraz da her ilişkinin tanımına göre değişkenlik gösteriyor. Bana sorarsan Arda ile tanıştığım günden beri hayatımın aşkıydı derim, hala da öyle. Bunun resimlerde, heykellerde nasıl bir yansıması var? Ben içeriden biri olarak tanımlayamıyorum.
H. Ş.: Bu konuda bir eseri söylemek zor olur benim için. Bir eseri üretirken gösterilen emek bir çeşit aşk duymakla oluyor. O yüzden birçok başyapıt benim için aslında aşkı temsil edebilir.
H. Ş.: "Ecstasy" serimin tamamı kişinin kendisiyle olan derin bir vecd halini, aşkını anlatıyor diyebiliriz.
A. Y.: Yeni bir sergi projemiz var. Bu iş için bir dil modeli eğitiyoruz. Semantik, heykel, CGI, mimari gibi pratikleri yapay zeka ile birleştirdiğimiz, yine sanat tarihinin klasik köklerine uzanan ama ultra çağdaş, tek bir enstalasyondan oluşacak bu sergi. Aynı zamanda bu sergiden doğan kitap projemiz var. Yine insan hareketlerinin görselleştirilmesi üzerine başka bir sergi daha planlıyoruz. ABD'deki bir residence programına kabul edildik. Yakın dönemde oraya gideceğiz. "Piksel. O'art" projemiz devam ediyor. Bu sene o daha da büyüyerek, fiziksel bir lokasyona da sahip olacak gibi görünüyor.