1996 yılında Yeditepe Üniversitesi Grafik bölümünü başarı bursuyla kazandım. Hem okul eğitiminden önce hem de eğitimim boyunca uzun bir süre bölümümün dışında resim çalışmalarında bulundum. Türkiye'de genç sanatçılara yeteri kadar değer verilmediği bir dönemde okulu bitirdikten sonra İtalya'ya taşınma kararı aldım. Dijital teknolojinin fotoğraf sanatı ile geliştiği bir dönemde ve resim yapmanın bana artık yetmediği bir süreçte İtalya'da yaşarken fotoğraf ile resmi birleştirdim. Ve kendi tarzımı yarattım.
Dijital teknolojinin fotoğraf sanatı ile geliştiği bir dönemde Floransa'da Academia Italiana'da fotoğraf üzerine master yaptım. Eğitimim boyunca fotoğrafın da resim gibi dijital ortamda işlenebileceğini deneyimledim. Tabii bunun yanında İtalya'nın o müthiş dokusu ve atmosferi o dönemdeki neredeyse bütün sanatsal çalışmalarıma yansıdı. Kısaca, resim ile gelen yaratıcılığımın zaman içinde fotoğraf ile birleşmesinde yepyeni bir dünya keşfedip, bu alanda uzun zamandır keyifle ilerlediğimi söyleyebilirim.
Üniversitenin ilk yıllarında analog fotoğraf ile tanıştım. Elime ilk fotoğraf makinasını alınca kendi gölgemi çektiğimi hatırlıyorum. O dönem yanlışlıkla çektiğim bu fotoğraf zaman içinde bir alışkanlığa dönüştü. Ve bu alışkanlığımı ilginç bir şekilde hala sürdürüyorum. Hatta rüyalarımızla gerçek hayatlarımız arasındaki ince çizgilerden birinin gölgelerimiz olduğunu düşünüyorum.
Fotoğrafın geçtiğimiz yüzyıl içinde anı belgeleme özelliğini fazlasıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. Günümüzde fotoğrafın artık görsel anlamda sadece görünen ve görünmeyeni gösterme çabasında değil, aynı zamanda bir yaratım sürecine de dahil olduğunu söylemek istiyorum. Benim sanatımın da çıkış noktası bu düşüncedir bugün. Fotoğraf sanatını ya da diğer herhangi bir sanat dalını artık diğerinden ayrı düşünemezsiniz. Yaşadığımız çağ bütün disiplinlerin bir arada kullanıldığı bir çağ. Bunlar belki de insanoğlunun Rönesans'tan beri biriktirdiği bilgiyi en verimli şekilde kullanma yolu. Sanatsal anlamda gerçekten belki de ilk defa sınırsız bir özgürlük ortamı içindeyiz. Çektiğiniz görüntülere bir takım sesler katıp kliplere, ya da çektiğiniz videolara efektler katıp filmlere dönüştürebileceğiniz bir ortamdayız artık. Fotoğrafın özü dediğimiz şey başından beri zaten kullanım alanı ve bilgisiyle ilgili bir şeydi. Sadece teknolojinin gelişmesi onu bu noktaya taşıdı. Benim için fotoğraf, klasik anlamıyla bir anı yakalamak değil, yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı o anı istediğim gibi yeniden kurgulamak anlamına geliyor. Ve şüphesiz yaratıcı olduğumu düşündüğüm zamanlar fotoğraftan daha fazla keyif alıyorum.
Ben sürekli yenilenmeye ve dönüşüme inanıyorum. Hep kendimi şaşırtacak ve heyecan duyacağım yollar keşfetmeye çalıştım. Hiçbir sergimi de önceden planlamadım. Bütün sergilerim ve dönemlerim doğal süreçlerinde ortaya çıktılar. Örneğin, 2009 yılında "Sanal Bedenler" sergisinde insan bedenini fiziki yapısıyla ele alırken, 2017 yılındaki "Melez Ruhlar" sergisinde insan bedenini daha manevi yönü ile ele aldım. Bu zaman içindeki değişim, izlediğim bir yol değil, tam tersine çıktığım bu yolda keşfettiğim duyum ve deneyimlerin bir izi. Bundan önceki bütün sergilerimde sanki dünyadaki oluşumdan evrene, oradan da kendi içime bakma sürecini yaşadım. Yani 10 yıl içindeki sergilerimle beraber gerçeklik algımda çok büyük değişimler olmuş. Öncelikle "Beden"in (Sanal Bedenler) var edilmesi, o bedenin bir "Mekan"la (Sanal Mekanlar) özdeşleşmesi, sonra bedenin mekanını terk edip "Savaşma" (Sanal Savaşlar) sürecine girmesini, oradan da "Manzaralar"a (Sanal Manzaralar) yani doğaya kendini bırakması, geldiği yeri sorgulaması (Kozmos). Ve son olarak da kendi iç dünyasına geri dönmesi (Melez Ruhlar) söz konusu olmuş.
Bugün çoğumuzun içinde bulunduğu hızlı yaşam temposu, sahip olduğumuz ileri teknoloji ürünü elektronik aletler, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz kapalı mekanlar, bizi doğadan gitgide uzaklaştırıyor. Oysa Teknoloji 19. yüzyıldan bu yana daha fazla boş zaman vaadinde bulunuyor. Fakat insanlar geçmişe oranla daha fazla çalışıyorlar. Teknoloji bize hizmet etmeliydi, ama biz ona hizmet eder olduk. Oysa bir zamanlar insanlar "gelecekte makineler her işi yaparsa bize kalan bunca boş zamanda biz ne yapacağız?" diye soruyorlardı. Ama bugün maalesef böyle bir boş zamanımız olmadığını fark ettik. Hatta iletişimin sosyal ağlara hapsedilmesiyle beraber artık yüz yüze ilişkilerin yerini ara yüzler aracılığıyla iletişim almaya başladı. Daha şimdiden fotoğrafların ve görüntülerin paylaşımlarının dünyasında yaşıyoruz. Sadece fotoğraflarını gördüğümüz ama hiç gitmediğimiz mekanlar, sadece yazışıp konuştuğumuz ve hiç görüşmediğimiz insanlar hayatımıza bugün gerçeklikten daha fazla egemen... Hal böyle olunca, yaşadığımız yüzyılda gerçek ile sanal olanın arasındaki fark her gün biraz daha silikleşiyor. Böylelikle ilk defa dünya tarihinde bireyler iletişimde bulunduğu kişinin biyolojik ve toplumsal varlığını, sesini görüntüsünü görmeden etkileşimde bulunmaya başladı. Bu hem kamusal alanın içeriğini kaybetmesine yol açıyor hem de bireyin yabancılaşmasını beraberinde getiriyor. Ben teknolojinin dünyayı daha iyi bir yer yapacağına dair beklentimden vazgeçmedim. Ama bir taraftan da her gün bir robot gibi gerçekleştirmeleri gereken tüm eylemleri yinelemekten başka bir şey yapmayan, içleri boşalmış, yalnızca biyolojik bir yaşantı sürdüren maddi varlıklara dönüşmeye başladığımızı da söylemekten vazgeçemiyorum. Çalışmalarımda bu yüzden modern insanın yalnızlığı ve biraz da çaresizliğini ortaya koymaya çalışıyorum.
Gerçek ve hayalin iç içe geçtiği, şeylerin ve temsillerin birbirine karıştığı bu dünyada bedenlerimizin ve ruhlarımızın ihtiyaçları birbirine karışıyor. Örneğin, vücutlarımızı fit yapmak adına spor dışında her şeyden vazgeçiyoruz. Beden sağlığı konusunda bilincin en üst statüsünde yer alırken ruhumuzun sağlığı konusunda aynı özeni göstermiyoruz. Ruhlar sanal platformlarda yaşarken, bedenlerimiz reel hayatlarda yaşıyor. O yüzden eserlerimdeki figürler bu modern dünyanın çekiştirmecesine, hızın aşındırıcı kuvvetine, zamanın sürüklemesine karşı dengede durmaya çalışıyorlar. Modern dünyanın bu hareketliliğini duruşlarıyla hissettirmeye çalışıyorlar.
Gün geçtikçe daha fazla küreselleşen bu dünyada yaşadığımız sistem yeni bir insan türü üretiyor. Bu yeni insan tipi, bedensel olarak "özgürleştirilirken" ruhsal olarak, kültürel ve siyasi olarak baskılanıyor. Bölünen kültürler, hızla gelişen teknolojilerin arasında sıkışmış bireyler yaratılıyor. Ve bu suni oluşumlar "Melezlik" kavramını doğuruyor. Ben "melezlik" kavramından yola çıkarak insan bedenlerini yeniden kurguladım. Sürekli bir devinim halinde olan bu figürler ruhlarımıza nüfus etmiş bu modern dünyanın karmaşıklığını ortaya koymaya çalışıyorlar.
Yaratım süreçlerimde okuduğum kitapların ve dinlediğim müziğin çalışmalarıma çok büyük katkısı oluyor. Dünyanın sayısız yerlerinden toplamış olduğum ve çok zor şartlarda oluşturduğum binlerce CD ve plak arşivimin, yaratırken bana çok fazla katkısı oluyor. Eskiden mimari yapılar, doğa ve oldukça farklı yerlerde üretimlerimi gerçekleştirmiş olmama rağmen, son zamanlarda üretimlerimi atölyemde gerçekleştiriyorum. Çalışmalarımdaki dijital tekniğimin "tesadüflük" kavramıyla bir araya gelmesine dikkat ediyorum. Çünkü gerçek yaratıcılık benim için bu noktada başlıyor.
Atölyem, doğduğum 43 yıllık eski bir binada yer alıyor. Bina üç katlı müstakil bir bina. Binanın en alt giriş kısmı atölyeye, en üst çatı katı ise yaşam alanıma ayrılmış durumda. Atölyeler genelde sanatçıların sığınaklarıdır. Benim için ise atölyem dünyaya açıldığım bir yer. Ürettikçe kendimi daha özgür ve güçlü hissediyorum. Hiç şüphesiz mekanın ruhu da bu konuda bana güç veriyor.
Atölyemin her zaman ev rahatlığında olmasını arzuladım. Böylece çalışmalarımı üretirken kendimi daha rahat hissediyorum. Ayrıca çalışmalarımı üretirken müzik beni besleyen en önemli etken. Bu yüzden iyi bir müzik sistemi ve binlerce CD ve plak bana bu konuda eşlik ediyor.
Sanatçı olarak hayata dair öğrendiğim en önemli şey, başarılı olmak için çok çalışmak ya da okumak değil. Tam tersine hayata olabildiğince daha fazla dahil olmaktır. Bu bağlamda, sanatın asıl esin kaynakları yalnız sanat tarihi veya dev ressamların binlerce resmi değil, bütün diğer sanat dallarının bize getirdikleri olduğuna inanıyorum. İşte bu yüzden ben de esin kaynaklarımı sinemadan, resimden, müzikten, yazılardan, kafelerde yapılan hoş sohbetlerden, yeni ilişkilerden, yani hayatın içinden alıyorum ve hepsinden ayrı ayrı besleniyorum. Bu yüzden yaşamakta olduğumuz hayat, bugün yaptığım işlerden daha fazla önemli benim için.
2021 yılının (pandemi sonrası) fotoğraf karesini benim için, hiç şüphesiz kendi portrem olurdu. Ki bunu anlatan bir otoportre yapıp galerimde pandemi döneminde sergiledim. Pandemi ve sonrasında uzun bir dönem sürekli iç ve dış dünyamızdaki değişiklere tanık olduğumuz günleri, en iyi bir otoportrenin anlatabileceğini düşünüyorum.
Yakın zamanda Los Angles'ta Mirus Galeri'de bir karma sergim, Montreal'de Galerie Le Royer'de ve New York'taki galerim Isabella Garrucho Fine Art Gallery'de kişisel sergilerim olacak. Şu an da yoğun bir şekilde onlara hazırlanıyorum.