Arkeoloji merakım küçük yaşlarda başlamıştı. Çünkü en sevdiğim kuzenim heykeltıraştı. Kendisi Efes’te Avusturalyalılar ile beraber kazı heyetindeydi. Profesör Miller ile çalışıyordu. Efes’e ilk defa beni, o götürmüştü. Efes’e hayran olmuştum. Kazı bittiği zamanda arkeoloji müzesinde restorasyon bölümünde heykelleri restore ederlerdi. O dönem, Efes’i İskender Lahdin restore ediyordu. Bahsettiğim İskender Lahdi’nin üstündeki kabartmalar büyüleyici güzelliktedir.
İstanbul’dan Paris’e
Arkeoloji beni çok etkilemişti her zaman. Yalnız arkeoloji değil ve müzik operayla da uzun zamandan beri ilgileniyorum. İtalyan Lisesi’nde mezunuyum. Çok iyi hocalarımız olduğu için şanslıydık... Özellikle lisedeki müzik hocamız devamlı Giacomo Puccini’nin eserlerini bize dinletirdi. O sebepten, Puccini’nin benim için ayrı bir yeri vardır. O zamanlarda 12 yaşlarımdayken, İtalya’ya gidip Puccini’nin mezarına çiçek koymak isterdim. Aynı zamanda bize mitoloji okutulurdu. Arrigo Dante’nin bütün detaylarına kadar inerdik. Resim benim için ayrı bir olaydı. Kötü de çizmezdim. Hatta bir gün matematik hocamız teknik resimde bir ödev vermişti. Ben ödevi herkesten önce yapmıştım. Sıra arkadaşım o gün kumaş almış, annesi ile birlikte öğleden sonra elbise diktirmeye gideceklerdi. Benden o kumaş için resim çizmemi istedi. Onu çizerken hocam Benoist Mechin beni uyardı ve dışarı çıkmamı istedi ve uzun müddet benimle konuşmadı. Daha sonra bir gün beni odasına çağırdı. İtalyan Lisesi’nde hem Latince hem ticaret kısmı vardı. ”Sen ne doktor olabilirsin, ne de ticaret yapabilirsin. Sen İtalya’ya belki de Fransa’ya gidip, dizayn okumalısın” dedi. O herhalde beni tetiklemişti. Bir de en büyük şansım Moda’da oturmaktı. O zamanlar komşumuz Azra Günden ile Aydın Gün vardı. Bu isimler İstanbul Operası’nı kuran kişilerdir. Onlar Tepebaşında İstanbul Operası kurarken beni de götürürlerdi. Ben de hem kostümleri inceler hem sahne düzenini merak eder hem de oyunu heyecanla beklerdim. O benim alt yapımın hazırlanmasını sağladı.
İtalyan Lisesi’nden sonra Paris’e gitmeye karar verdim. Ailem pek istemedi ama annemi ikna ettim ve sanıyorum ki babam sağ olsaydı gidemezdim. Paris’te kostüm tarihi okudum. Haute-Couture yapmak istediğimi biliyordum, karar vermiştim. İlk hocam Givenchy oldu. Daha sonra Yves Saint Laurent. Ve ben daha sonra asistan onların asistanı oldum ve bu benim için çok büyük bir olaydı. O sıralar operaya ilgim de devam ediyordu ve İstanbul operasından sonra Paris operasına gitmeye devam ediyordum. İlk Tosca’yı Leyla Gencer’den İstanbul operasından seyretmiştim mesela. Paris’te Maria Callas oynamıştı, Tosca’yı. İkisi de benim için çok güzel, etkileyici ve farklı bir deneyimdi. Fransa’nın kültür birikimleri çok geniş... Ünlü düşünür, filozof Voltaire tesirinde ve Napolyon’un iktidarda olduğu bağnazlıkla savaşmış bir ülke. Fransa’daki laik sistemin alt yapısı Voltaire’dir ama uygulayan da Napolyon’dur.
Anadolu’dan geçen kültür hazineleri...
Anadolu medeniyetlerinin ne kadar büyük olduğunu Paris’teki sanat tarihi hocamızdan öğrendim. O kadar kapsamlı derse girerdi ki bir gün bize Anadolu medeniyetlerinden bahsetti. Ne kadar şanslı bir ülke olduğumuzu Anadolu’dan geçen bütün kültür hazinesinin mirasçıları olduğumuzu ifade etti. Hatta bize Rüstem Paşa Camii’nin çinilerini göstermişti... Buradaki eserlerden ilham alarak çok farklı çalışmalar yaptım. 10 sene Paris’te kaldım. Ayrı ayrı sanatın her dalıyla ilgilendim. Louvre Müzesi’ne gider, arkeoloji bölümüne girer, akşama kadar kalırdım. Resimle de aynı şekilde ilgilenirdim. Rubenstein tutun da Leonardo da Vinci’ye kadar hepsinin üzerinde etütler yapardım. Şimdilerde Yeditepe Üniversitesi’nde ders veriyorum. Bu yıl başlayalı yaklaşık 20 sene olacak. Öğrencilerime hep söylerim; “İyi bir alt yapı, teknik bilgi ve yaratıcı gücünüz olur ise iyi bir moda tasarımcısı olabilirsiniz.” Onlara sanatın bütün dallarıyla ilgilenmelerini ve bunun ancak sanatla olabileceğini söylerim. Çünkü müzikle, arkeolojiyle, mimariyle uğraşırlarsa mesleğini besleyebilirler.
Aşk Tanrısı Afrodisias kentine yolculuk
İlerleyen yıllarda mimar arkadaşım, Abdurrahman Hancı sayesinde Kenan Emir ile tanışmıştım. New York Üniversitesi’nde Arkeoloji Bölümü Başkanı’ydı. İsviçre’de okumuş tahsilini Londra’da yapmıştı. Bize o gece Afrodisias’tan bahsetti. Afrodisias, Aydın’a bağlı Roma İmparatoru’nun 600’lerde kendisi için kurduğu bir şehir. “Aşk Tanrısı” denilen Afrodisias ismini vermiş bu kente. O bölgeyi seçmesinin sebebi etrafında mermer ocakları olmasıymış. Afrodisias’tan çıkan heykeller, deniz yolundan Roma’ya yollanmış... Günümüzde Roma’da gördüğümüz bazı heykeller Afrodisias’tan gitmedir. 1980’de Afrodisias’a gittim. Kenan Emir bana Afrodisias’da stadyumları, agorayı, tiyatroyu gezdirdi ve heykele tutkum bu gezide başladı...
Heykellerin güzelliği başka bir olay. Kenan Bey’le çıktığım bu gezide etrafımızda müzik şöleni ve görsel iştihamızı kabartan heykellerle birlikte keyifli bir yemek yemiştik. Kenan Bey orada içini dökmüştü. New York Üniversitesi’nin kentte yapılan arkeolojik çalışmalarla ilgili tahsisatı kesmesinden, kazı çalışmalarının bu yüzden devam edemediğini anlatmıştı... Bu duruma çok üzülmüş ve yakın zamanda İstanbul’a gidersem bu konu ile ilgileneceğimi söylemiştim. İstanbul’a döndüğümde avukatım, aynı zamanda çok yakın dostum; Şennur Hamamcıoğlu’na açıldım. Vakıf kurmak istediğimi söyledim. Onun sayesinde ilk dernek kuruldu. Ama derneğe kişi almak gerekiyordu ve ben 5 arkadaş buldum. Bunlar; Abdurrahman Hancı, Ayşe Sılan ve Şennur Hanım’dı. Biz derneği kurmak üzereyken bir akşam yemeğinde Sevgi Gönül’e rastladım. Hep merak ederdi kültürel faaliyetlerde gelişimde bulunup bulunmadığımı ve yardım etmek istediğini söylerdi. Ben fikrimden bahsettiğimde Sevgi Hanım’ın da desteğiyle derneğimiz vakfa dönüşmüştü. ilk toplantımız Sevgi Gönül’ün evinde gerçekleşti ve vakfın başkanlığı için Fuat Bayramoğlu’nu razı ettik. Başkanımız Fuat Bayramoğlu, heyetimizde Sevgi Gönül ve diğer isimler vakfımızın değerini oluşturdu. O sıralar vakfın yararına birçok defile yaptım. Defilenin gelirlerini Afrodisias’a, kazı heyetine ve sonradan yaptığımız müze bağışladım. Başkanımız Fuat’ı da o dönemde kaybettik. Bu haberin ardından Sevgi Hanım başkanlığı üstlendi. Daha müzenin temelleri atılmıştı ki, her şey iyi gidiyor derken, Sevgi’yi de kaybettik. Ama defilelerden sağladığımız gelirle vakıf hala ayakta durabiliyor.
Türkiye’de sadece arkeoloji yok Selçuk eserlerinden Hititlerden kalma arkeolojik parçalara kadar geniş bir kültür zenginliği içerisinde... Çalışmalarımda, sohbetlerimde Anadolu medeniyetlerinden hep izlenim veririm, anlatırım. Paris’ten dönüğüm zamanlar ilk defilem mimari üzerine, sonra Selçuk ve daha sonra Hitit odağında olmuştu.
“Modaya yeni bir soluk getirdim”
Diğer yandan İstanbul öyle bir kent ki; acaba kimse onun değerini benimseyip görebiliyor mu? İstanbul Doğu Roma İmparatorluğu’ndan Bizans’a ve en son Osmanlı İmparatorluğu’na kadar 3 büyük imparatorluğun başkenti. Bunun burada bıraktığı kültürel miraslar bizim hazinemiz. Bunu mimarın, heykeltıraşın hatta şehircilik planlamasının bile hissetmesi lazım. Ben tutku içinde mesleğimi sürdürüyorum. Yeditepe Üniversitesi’nde öğrencilerimle de 3 saatlik bir dersim var. Onda da benim yaptığım modellerimi, arkeolojiden aldığım alıntıları nasıl modern bir şekilde kullanabileceğimi anlatıyorum. Tabi onların ufukları açarak benden daha güzel şeyler yapacaklarını biliyorum. Çünkü ben misyonumu yaptım, modaya yeni bir soluk getirdim.
Dünyanın hiçbir yerinde iki kıyafet devrimi yok
Fransa’nın Napolyon döneminde erkek ve kadın eşitliği gelmiştir. O zamana kadar mirasın erkek çocuğuna kaldığı zamanlarda Napolyon İnsan Hakları Beyannamesi’ni kendi el yazısıyla yazmış, bu eşitsizliği kaldırmıştır. Arkasından şunu da düşündü ki meşhur ressam Jacques-Louis David’i de çağırdı ve sarayın resimlerinde kostüm dizaynlarına kadar gelişimde bulundu. Fransa İhtilali zamanlarında ise Osmanlı tahtında I. Abdulhamit var ve veliahttı da Selim’dir. Selim’in annesi olmadığından sarayın kadınlarıyla büyütülür. O dönemlerin en büyük hadisesi de işte o zamanda gerçekleşir. Fransa’da taç gitme merasiminde Napolyon’un eşi Josephine’dir. Josephine Fransa’nın sömürgesinde olan bir ülkedendir. Merasime kuzeni Aimee Du Buc De Risery’i de davet eder. Aimee Fransa’da 6 ay kalıp, ülkesine dönmek istediğinde Akdeniz’de Cezayir korsanlarının saldırısına uğrar. O sıralar Cezayir Beylerbeyi Osmanlı’dır. Korsanlar bu asil soylu kadını Osmanlı döneminin padişahı I. Abdülhamit’e satar. Selim onu gördüğü an ona olan hayranlığı başlar. I. Abdülhamit’in vefat etmesi bu döneme rastlar ve Selim Aimee’yi baş hanımefendiliğe kadar taşır. İsmi Nakşidil Sultan olur. Selim’in çocuğu olmayacağından II. Mahmut’u Aimee batı terbiyesiyle yetiştirir. Derken, II. Mahmut tahta çıkar ve üvey annesi valide sultandır. Bütün ıslahatlar, mektebi harbiye, kız mektepleri, tıp fakültesi ve bütün yenilikler üvey anne tesirinde gerçekleşmişti.
Dünyanın hiçbir yerinde iki kıyafet devrimi yaşanmamıştır. II. Mahmut ve bir diğeri de Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün yapmış olduğu kıyafet devrimi ile birlikte bunu iki kez yaşayan bir toplumumuz. Öte yandan II. Mahmut olmasaydı, mektebe harbiye kurulmasaydı, mektebi harbiye giren öğrenciler Avrupalı gibi yetişemeyeceklerdi. Hepsi adeta bir Prusyalı prens gibi mezun oldu ve bunların başında Mustafa Kemal vardı. Böyle zengin, böyle ayrıntılarla dolu kültürümüzün ve tarihimizin içinde kaybolmamak mümkün değil! Ben ilgim gereği bu konular üzerine sayfalarca yazabilirim... Ama şimdilik bu kadarla sınırlı kalalım...
İyi haftalar, sevgiler...