ARET VARTANYAN
Dibe vurma zamanlarında kalmaz bir şey. Senden başka. Dibe iner, çakılır, ciğerlerindeki hava kana karışır. Delikler açılır ciğerlerinde... Aşk gibi. Aşk kanayan benlikti oysa. Kaybettiğin benliğinin arayışında bulduğun... Ondandır bazen yarım elma derler, bazen ruh eşim...
Dibe indiğinde anlamını yitirir yüzeyde kalan her şey. Korkuların alıp gider başını... Korkular ne yapabilir ki dipteki sana, dipteki bana... Tüm korkularım bu dip noktasına düşme endişemden doğmamış mıydı? Hareketsiz donar durursun artık. Saksıdaki bir bitki gibi. Gözlerin dolar. Dışarı aktığından çok içine akar. Bundan aşağısı yoktur ki...
Bedenin uyuşur. Beden seni bırakır, sen bedeni. Bedenimi bıraktım. Film şeritleri durdu. Motorların her birinin üzerinde tek bir ışık yanıyor “stop”. Gözlerim ağırlaşıyor. Uykunun ağırlığı değil bu. Varoluşumun ağırlığı. Aptallıkla zeka arasındaki çizgi kadar ince, mutlulukla mutsuzluk arasındaki çizgi... Var olmakla, yok olmak arasındaki çizgi... İnsanlar mı seni anlamadı, sen mi insanları... Sen mi yanlıştın, onlar mı. Anlamı kalmaz artık bu noktada.
Hiçbir şey korkutmadığından, hiçbir şey yapmana da gerek kalmaz. İçgüdülerin yayılır, salınır. Yerde uzanmış tavana gözlerini dikmiş cansız bir bedenin gözlerindeki ağırlık, gözlerimdeki ağırlık. Şimdi nerdesin kimlerlesin. Minik oyuncağımız yanı başımda... Anılar bile benden değil. Çok uzakta... Nerede olduğumu bilmiyorum. Karamsar sanırsın beni. Tükenmiş, bitmiş, kaybetmiş. Kaybettikçe kazanırsın oysaki.
Geldiğinde hissettiğindir aşk...
Beklediğin, sana dokunan, sana gerçekten sen olduğun için dokunandır. Kendini anlatmak zorunda kalmadan, ispatlamak zorunda kalmadan, sadece bakışlarla konuşabildiğin. Günün getirdiklerinde yoğrulmadan, gözün önünde duranın ötesinde seni görebilendir. Sadece “seni seviyorum” dediğinde açılan ışıklı kapıdan geçeni bulmaktır aşkın ta kendisi... Tünelin ucundaki son ışık gibi...
Yağmurda çıplak ayaklar üst üste geldiğinde hissettiğindir aşk... Bir külah dondurmayı iki tarafından yalamaya başladığında kesişen bakışlardır... Arama aşk içinde semboller, kanıtlar. Mutluluk kadar basit. Mutluluk kadar sıradan, kendiliğinden... Bitmedi... Anlatacağım sana... Bu cansız duruşumda aşkın bendeki imgelerini yazacağım sana...
Pijamalarını giydiğinde, en şapşal halinle başını yasladığında, omzunda hissettiğin sıcaklıktır aşk... En şatafatlı, en kalabalık yemekte, serçe parmaklarının yemek yerkenki temasında bedeninin tutuşması...
Elindeki son kalan parayla, bir fincan kahve aldığın anda sadece o bir fincan kahveyi içebildiğin için, o bir fincan kahveyi beraber içebildiğin için mutlu olman... Her şey uçup gitse de, silgiler gelip her sahip olduğun şeyi sildiğinde geriye sadece sen ve o kaldığı için duyduğun huzurdur. Ne bir eksik, ne fazla, her şey siz ikiniz... Ben ve o...
Ölmekten sırf onu yalnız bırakacağın için korkmandır... Dudaklarım yaklaştığında dudaklarında, daha değmeden hissettiğin nefesin eş sizliğinde saklanır.
Minik işaretleri kaybedersin
Her şeyini bırakıp, onunla gidebilme gücüdür... Sıralamadan aklıma gelenleri yazıyorum sana... Ve gün örter aşkın üzerini. Sudan sebepler, sebep olur küsmene, kavga etmene, dudaklarının arasından söylemek istemediklerinin dökülmesine... Minik işaretleri kaybedersin. Sanırsın ki büyük deliller lazımdır aşkın varlığını kanıtlamaya. Aşk, ekmeğe tuz banmaktır Onur Akın’ın dediği gibi. O kadar sade, o kadar basit... Ellerinden kayıp gider... Etrafındaki küçük ama aslında büyük keyifleri, mutlulukları atlayıp kaçırmak gibi. Yanı başındayken, içindeyken görmezsin. Belki de korkundan kaçarsın, kaçırırsın. Sadece sebeplerdir geriye kalan. Ağırlığı olmayan, içi bomboş...
Yalnızlığın da geri gelir o kaçırdıkların dalga geçer gibi... Trajikomik bir tiyatrodur bu gösteri... Yalnızlığında anlarsın sahip olduğun gerçek aşkın... Aşk, almadan verebilme yetisidir. Gerçekten aşk, beklemeden verebilmek... Garanti senetlerini imzalamadan yüreğini açıp kaybolmak...
Kapının çalmasını beklersin çalmaz... Yeniden dokunmak sarılmak ister, bulamazsın. Pişmanlığı da yakıştırmazsın kendine. Afyon arar zihnin bedenin. Ya başka bedenlerde kaybolursun ya da yalnızlığında...
Aşk bitmeden, ellerinden gitmeden
Bazen sebepsizdir, çeker gider... Onun için bitmiştir aşk... Ya da ağır gelmiştir aşkın özgül ağırlığı... Ya da başka bedenlerin yeni başlangıçlar olduğunu sanmıştır. Ya da kopamadığı başka aşklar vardır, hiç bitmemiş olan, bittiğini sandığı... Kana kana öpüşmek ister dudakların, bulamaz dudaklarını... Islaklığını özler, ister... Yok... İçin yanar. Kanar... Kalkmayı öğrenirsin en ağır yumruğun ardından... Zordur taşımak aşkı... Bu kadar basit, bu kadar sade olan nasıl da ağır gelmiştir, sana ya da ona...
Tek başınalığın yolcusu olmak ne kadar zorsa, bir o kadar zordur kabullenmek. Gideni, kalanı, elindeki misketlerin varlığını...
Şimdi senden istediğim “aşkım” dediğini şimdi ara, ona sarıl, ona dokun, onu öp. Televizyonu kapat, bilgisayarını kapat, yanına git. Sebepsizce sarıl. Gözlerine bakarak sadece “seni seviyorum” de... İşi bırak, toplantıları unut, hesabı kitabı endişeleri bırak. Ona sahip çık. Tek gerçeğin sen, o ve sizi bir araya getiren aşk. Gerisi inan bana yalan... İnan bana çok boş... İnan bana ne olursa olsun çok değersiz... Çakıl taşlarıyla uğraşmayı bırak, pırlantanı sımsıkı ellerinde tut... Aşk bitmeden, ellerinden kayıp gitmeden…