Ressam Ömer Kaleşi ile yaklaşık bir buçuk sene önce Paris’teki atölye-evini ziyaretim sırasında tanıştım. Elli yılı aşkındır, Goblen (Tapisseries des Gobelins) halıların üretiminin bulunduğu bölgede, Arago Bulvarı’nda oturan sanatçı yorulmak nedir bilmeden çalışmalarına devam etmekte. 87 yaşında olan sanatçı bütün işlerini tek başına görmekte. Atölyesinden bakıldığında, Paris’in en önemli tarihi yapılarından biri olan Panthéon görünmekte. Paris’te düzenlenen, genelde Türk sanatçılardan oluşan etkinliklere katıldığım ve de davet edildiğim her yerde karşılaşıyorduk. Aktif tavrı, yaşı da dikkate alındığında oldukça dikkat çekiciydi. Ancak röportaj yapma fikri, eserlerinin felsefi derinliğinin farkına varınca oluştu.
Tanınmış bir ressam olmasına rağmen sizlere Ömer Kaleşi’nin biyografisini kısaca hatırlatmak isterim.
1932 yılında Makedonya Cumhuriyeti, Srbitsa Kicevo’da doğan Kaleşi 1950 yılında Üsküp Teknik Okulu Elektrik Bölümü’nden mezun olur. Ressam olma fikrinin, 1955 yılında Üsküp’ün tarihi Davut Paşa Hamamı’nda gerçekleşen İngiliz heykeltıraş Henry Moore sergisini gezdikten sonra oluştuğunu ifade eder. 1956 yılında ailesi ile birlikte Türkiye’ye yerleşir. 1959-1965 yılları arasında, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Resim Bölümü’nden Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’nden mezun olur. Mezuniyetinin ardından 1965 yılının sonbaharında Paris’e yerleşir. Aynı sene Belgrad ve Üsküp’te kişisel sergiler açar. 1969-1970 yılları arasında Paris’teki ‘Bağımsızlar Salonu ve 1973-74 yılları arasında Salon de Mai’nin ardından sayısız sergilere katılır.
Başta Abidin Dino olmak üzere hocası ve arkadaşları Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Neşet Günal, Selim Turan, Hakkı Anlı, Ömer Uluç, Yüksel Arslan gibi sanatçılarla olan anılarını ondan dinlemeye doyum olmaz. Beni her seferinde geçmişin o güzel günlerine götürür. Hikayelerini dinlerken yüzümde kimi zaman bir tebessüm, bazen de kahkaha oluşur. Bu kadar büyük sanatçıların gölgesinde olmak bile ne güzel olurdu diye düşünürüm.
Kaleşi, pek çok sanatçı gibi Paris’te geçirdiği ilk yılların çok sancılı geçtiğini dile getirir. Bu dönemde en çok yardım eden kişinin, Türk modern sanatının öncülerinden olan Abidin Dino olduğunu söyler. Çevresi oldukça geniş olan Dino’nun kendisine iş bulması ve oturma iznini bu sayede alması da anıları arasındadır. Dino, atölyesini ilk ziyaret ettiğinde resimlerini beğendiğini, fakat Kaleşi’nin tamamen kendi tasarladığı çatı katındaki mütevazı atölyesine de hayran kaldığını belirtir.
Kaleşi’nin ilk figüratif resimleri gençlik yıllarının izlenimlerini taşıyan dışavurum ögelerine ağırlık veren eserlerdir. Asıl kişiliğini oluşturan dönem ise 1962’de bir Anadolu gezisine çıktıktan sonra başlar. Geziden edindiği izlenimler resimlerine yansır. Bu seri, yine vücudu olmayan, sadece “baş”lardan oluşan derviş ve çoban figürlerinden oluşur.
Bir sonraki yıl Avrupa gezisine çıkar ve birçok ülke dolaşır. Rembrandt, Diego Velasquez, Francisco Goya, El Greco gibi sanatçıların eserlerini yakından inceler. Hocası Bedri Rahmi’nin yönlendirmesiyle kendine bir dönem ustası ve bir renk seçer. Kendi tarzından çok farklı olsa da, en çok etkilendiği ressam Goya’yı seçer. Renk tercihi de kırmızı olur.
Sanatçı Paris ile ilgili hiçbir konu işlememiş ve hiçbir zaman model kullanma gereği duymamıştır. Resimleri, gözlemlerinden ve daha çok izlenimlerinden oluşmaktadır. Kendi ifadesiyle bilinçli bir şekilde bilinçaltını ortaya koymaktadır. Picasso’nun şu sözü onun sanat anlayışını yansıtır: “Gördüğümü resmetmiyorum, düşündüğümü resmediyorum.”
Hep aynı şövale üzerinde çalışan ve fırça yerine spatül (sadece son dönemlerde parmak ve fırça) kullanan sanatçının kendine özgü bir boyama tarzı var. Tuval üzerine yaydığı boyayı, çizgiye gerek görmeden içten dışa genişleterek soyut bir doku ile figürsel öğeleri bütünleştirerek bir yöntem uygulamaktadır.
Birileri yanında olduğunda asla çalışamayan sanatçının, resimleriyle yalnız kalma isteği bir nevi özel hayatıyla özleşmiştir. Hatta bazı sanatçılar ve sanat eleştirmenleri “Ömer resimleriyle evlendi” dermiş. Ressam Leonardo da Vinci’nin şu sözlerini hatırlamayı sever:
“Bir kişi atölyesinde yalnızsa o kişi tamdır, yanında bir kişi varsa yarımdır, iki kişi varsa sadece dörtte biri oradadır, dört kişi varsa o artık orada değildir.”
Kaleşi, döneminin modasına uymayı sevmeyen sanatçılardan. Hatta Güzel Sanatlar’da dayatılan akademik klişelerden uzak kalmıştır. Bunda ustaları Bedri Rahmi ve Neşet Günal’ın istediği gibi resmetmesi için bütün kapıları açık bırakmasının da etkisi büyüktür. Dolayısıyla sanatçı herhangi bir akıma bağlı değildir. Eserleri Rûmi’nin, Yunus Emre ve Haci Bektaşi Veli’nin felsefi izlerini taşımaktadır.
Resmettiği “baş”ların, Kaleşi’nin kimliği gibi tam olarak nereye ait oldukları belli değildir. Kaleşi için bazen Arnavut, bazen Makedon ve bazen de Türk derler. Bu yorumlara: “Hepsi haklı ya da hepsi haksız” cevabını verir. Montesquieu “Tesadüfen Fransız oldum ; her şeyden önce insanım” der. İnsan ruhunun sahiden de tek bir vatanı yoktur.
Beni en çok şaşırtan durum ise Paris’te yaşayıp da derviş veya çoban “baş”ları resmetmesi olmuştur. Bedeni Paris’te ama ruhu Anadolu’da kalmış gibi. Resimlerindeki en önemli figür, sadece insanın bir detayı olan “baş”tır. “Başlarla başa çıkmam mümkün değil, ama bildiğim tek bir şey varsa, o da hayatımın sonuna kadar onları resmedeceğimdir” diyor.
Ömer Kaleşi’nin eserlerini anlamak istiyorsak dünyaca ünlü yazar Jacques Lacarrière’in, “Trajectoires” (Yörüngeler), Jordan Plevneš’in “Baş’lar”, Luan Rama’nın “La Cigogne des Balkans” (Balkan Leyleği), İsmail Kadare’nin, Alain Bosquet’nin ve sanat tarihçisi Gil Jouanard’ın “Natures vives” (Canlı doğa resimleri), bir de Luan Starova’nın yeni çıkan “Le Paris d’Ömer Kaleşi” (Ömer Kaleşi’nin Paris’i) kitaplarını muhakkak okumalısınız. Starova ile henüz tanışma fırsatım olmadı ama bu kadar akıcı ve beni başka diyarlara sürükleyenine çok nadir rastladım diyebilirim.
Bir başka konu da henüz pek kimse tarafından bilinmeyen “bağış” konusudur. Bizlere ilk defa bu röportajında açıklıyor.
Kimi zaman sizin için “Kesik baş ressamı” tabiri kullanılıyor. Sizce de öyle mi ?
Bu tabirden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü o başlarda tek bir kan lekesi dahi yok. Ben hayatımda bırakın tavuk kesmeyi balık bile tutmadım. Aziz Jean-Baptiste’in ikonları ile karıştırıyorlar. Anadolu gezimden sonra başlarım, çoban ve derviş figürlerine dönüştü. Sonrasında adım, “Anadolu’daki çoban ve derviş çalışan ressamı” olarak anıldı. Bu tabir daha doğru oldu. Resimlerimle ilgili arkadaşım Fransız yazar Jacques Lacarrière şöyle der: “Bu başlar kendi başına yaşıyorlar, vücuda ihtiyaçları yok.” İnsan hayatının yarısını gözlerini kapalı geçiriyor, uyuyor, şarkı söylüyor, gülüyor, ağlıyor. Bütün yüz ifadeleri yüzdedir. Hem ne çektiysek bu başlardan çekmedik mi? (Gülüyoruz).
Bazı “baş” ların etrafında meyvelerden oluşan natürmortlar görüyoruz neden ?
Üsküp-Ohri arası bir tren yolu vardır. Tren mola verdiğinde biz çocuklar sepetimizde taşıdığımız elmaları yolculara satardık. Sonra da gidip kendimize şeker alırdık. O natürmortlar yine o çocukluk anılarımdan kalan izlerden. Bazen de bazı başlar çok dik kafalı oluyorlar, çizmeye başlıyorum ortaya bir türlü bir şey çıkmıyor. O zaman da çareyi natürmort resmetmekte buluyorum. Paris’te kendimi hep özgür hissetim. Dilediğim gibi resmettim. Tıpkı Marc Chagall, Vassily Kandinsky, Oskar Kokoschka gibi.
Resimlerinizde kullandığınız kırmızı ve siyah renklerden sonra beyaza erişmenizi, sanatçı ruhunuzun bir tür sembolik doruk noktası olarak gösterebilir miyiz?
Bu çok doğru bir tespit. Kırmızıyı İstanbul’da Güzel Sanatlar’da öğrenciyken kullanmaya başladım. Siyah, “Balkan Dramı” temasıyla 1993’te başladı ve Eski-Yugoslavya’daki (Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Kosova) savaş boyunca devam etti. “Tuval beyazını” 1981-82 yıllarında derviş ve çoban figürlerimde kullanmaya başladım. Beyazı çok severim, kar gibi temizdir. Kullandığım “Tuval beyazı”nın üzerinde tek bir boya lekesi veya bir imza, tarih yoktur. O bölüm tamamen boş kalır. Bununla ilgili size bir iki hikaye anlatayım. Bir gün hocam Neşet Günal atölyeme geldi Citroën bir arabası vardı. Bazı yedek parçaları almak için benim atölyenin yanındaki tamirhaneye gelirdi, oradan da bana uğrardı. Resimlerimin bir kısmının beyaz olduğunu gören Günal şöyle derdi: “Ömer biliyor musun memlekette bazen benim araba toz içinde kalırdı (kendisi Nevşehirli’dir), çocuklar gelirdi parmaklarıyla camın üzerine ‘Yıka beni’ yazarlardı, korkarım seninkine de ‘Boya beni’ yazarlar.” (Gülüyoruz).
Bir başka örneği de İstanbul’daki 30 yıldır beni temsil eden Tem Sanat Galerisi’nin sahibi Besi Cecan Hanım’a gelen bazı alıcıların: “Bu eselerinin yarısı boş, biz sadece boyanmış tarafa para verebiliriz” demeleri. (Gülüyoruz).
Zaman zaman ressam arkadaşlarım “Kalan kısma bir boya at gitsin” der ama hayır herkesin yaptığını yapmayı sevmiyorum. Orada bir mesaj var. “Je n’aime pas remplir” (doldurmayı sevmiyorum). Geleneklere uymak istemiyorum. Bu benim tarzım. Kim bilir, belki de ayrımcılığın olmadığı, barışı simgeleyen beyaz bayraklı bir dünya istiyorumdur. Yorumu siz sanat tarihçilerine bırakıyorum.
Resimlerinize isim vermeyi sevmediğinizi söylemiştiniz, neden ?
İsimlendirince sanki yoruma kapatıyormuşuz gibi geliyor bana. Kişi gördüğünü, hissetiklerini yazsın istiyorum.
Model kullanmadan resim yapmayı nasıl tanımlıyorsunuz ?
Hiç unutmuyorum, öğrenci olduğum dönemlerde hocam Bedri Rahmi bizlere kesilmiş bir ağaç getirmişti, (bu arada beni her yerde takip ediyor) bu ağaca iyi bakın dedi. Bir süre sonra o ağacı önümüzden çekti. Hadi şimdi aklınızda kalanı resmedin dedi. Orada bakmanın önemini anladım. Gözlerimiz var ama bakmayı bilmiyoruz. İşte o günden itibaren hafızamda ve aklımda ne kaldıysa onu resmederim. Modele hiç ihtiyaç duymam. Okula elimi kolumu sallaya sallaya giderdim; kağıtsız, kalemsiz. Çünkü etrafımda birileri olunca resim yapamıyordum. Kendi köşeme çekilmem gerekiyordu. Bu isteğimi hocalarım Neşet Günal ve Bedri Rahmi hep anlayışla karşıladılar. Herkes, resimlerini okulda yaparken ben evde yapıp götürürdüm. Şahsen hoca olsaydım belki de böyle bir yöntemi asla kabul etmezdim. Bu iki dev ismin üzerimde emeği çok büyük.
Paris konulu hiçbir resim yapmazken neden at kestanesi ağaçları resmetmeye başladınız?
2003 yılında, Paris’te oturduğum Arago Bulvarı’nda kesilen yüzlerce at kestanesi ağacının hastalıktan kütüklerinin içlerini çürümüş ve kesilmiş görünce çok üzülmüştüm ve bu siyah deliklere hayalimdeki başları yerleştirip bir ağaç serisi oluşturdum. Sonradan öğrendim ki Osmanlı döneminde yani Jeunes-Turcs Devrimi’nden hemen önce Abdülhamid tarafından Paris ile İstanbul arasındaki dostluğu simgelemek için Boğaz’dan Sen (Seine) Nehri’ne hediye olarak gönderilmiş. Bu benim çok hoşuma gitmişti. Günlerce kapanıp sadece bu seriyi çalıştım. Maalesef benim dışımda başka hiçbir ressam bu ağaçları resmetmedi. Bir tek Nazım Hikmet şiirler yazdı. Bu seri ile bir nevi Paris’e olan borcumu ödemiş oldum.
Kendinizi Paris’e borçlu mu hissediyordunuz?
Biliyorsunuz ressam olduğum yer Türkiye; doğum yerim Makedonya ; Paris ise 54 dört senedir ve hâlâ resimlerimi oluşturduğum şehir. Her birinin bende ayrı bir yeri ve değeri var ama Türkiye ve Güzel Sanatlar’daki hocalarım Bedri Rahmi, Neşet Günal olmasaydı ben bugün ne olurdum bilmiyorum. Onun için kendimi en çok da Türkiye’ye borçlu hissediyorum diyebilirim.
Peki Türkiye’ye olan borcunuzu ödediğinizi düşünüyor musunuz ?
Tabii, sergi ve bağış yaparak. Birçok yerden ödül, nişan aldım. Makedonya’dan, Kosova’dan, Arnavutluk’tan ama bana en büyük ödülü Türkiye verdi. Nişan olarak değil ama altı sene boyunca tek bir kuruş ödemeden Akademi’de çok değerli hocalarla okuyabilmek paha biçilemezdi. Yani beni ressam yapan ülke Türkiye oldu. Dolayısıyla kendimi daha çok bir Türk ressamı olarak görüyorum.
Tam da bağışlardan bahsetmişken Üsküp’te Mère Teresa Üniversitesi’nde ve Avrupa’nın ödüllü müzeleri arasında yer alan tarihi Bursa Kent Müzesi’nde adınıza bir galeri açıldığını biliyoruz. Bütün bu bağışları yapma fikri nasıl gelişti?
Aslında aklımda hiç böyle bir program yoktu. İliria Ünivesitesi beni “membre d’honneur” (Onursal Üye) olarak seçti. Ben de karşılığında üniversitenin rektörüne bir resim hediye ettim. Resimle pek ilgisi yoktu ama mutlu oldu. Hemen ardından, bir sohbet esnasında adıma bir galeri açmak istediklerini söylediler. 25 eser bağış yaparak kabul ettim. İlk bağışım orada başladı. Sonrasında Bursa Kent Müzesi’nden aynı tarzda bir teklif geldi, onlara da yaklaşık 20 resim bağış yaparak kabul ettim.
Bilmediğimiz ve yaptığınız başka bağışlar var mı ?
Önümüzdeki aylarda Derviş serim için Arnavutluk’un başkenti Tirana’da büyük bir Bektaşi dergahında ve kültür merkezinde yine adıma bir galeri açılacak. Bunun için çok mutluyum çünkü büyük bir bölümünü benim resimlerime ayırdılar. Böylesi önemli bir kurumda yer almak benim için büyük bir gurur çünkü oldum olası onların felsefi düşüncelerini benimsedim ve de çok sevdim. Mevlâna der ki “Dünya’yı birleştirmek için geldik, ayırmak için değil.” Belki de benim kaderim resimlerim aracılığı ile insanlığı birleştirmek.
Sizde de Bektaşilik var mı?
Hayır ama çocukluğumdan beri hep ilgi duyarım. Babamın çok yakın derviş arkadaşları vardı. Bizi hep ziyaret ederlerdi. Hediyelerle gelirlerdi. Dervişler az ile yetinmeyi bilen insanlar, herşeyi hoş görüyle karşılayan, alçakgönüllü insanlardır. Sûfiyâne bir hayat yaşarlar. Allah’a yaklaşma arayışındalardır. Bektaşilik de humanist esaslı bir öğretidir. Öğretinin odağında insan vardır. Onun için onları kendime çok yakın hissediyorum. Bu dünyada herkesin bir misyonu olduğuna inanıyorum. Ben benimkini buldum, ömrümün sonuna kadar resim yapmak. Pir Sultan Abdal’ın şu sözlerini hatırlamayı çok severim: “Hararet nar’dadır sacda değil / Keramet baştadır tac’da değil / Her ne arar isen kendinde ara / Mekke’de Kudüs’te Hac’da değil.” Hiç dinlenmeden resim yapıyorum. Başka hiçbir şey yapamıyorum. Bu, Allah’ın bana verdiği bir görev. Misyonumu sonuna kadar yerine getirmek zorundayım.
Yazar Luan Starova’nın yazdığı “Le Paris d’Ömer Kaleşi” (Ömer Kaleşi’nin Paris’i) bütün hayatınızı en ufak detaylarına kadar anlatıyor. Bu kitabın Türkçesi de çıkacak mı?
Tabii, Makedonca’dan Türkçe’ye çevirildi ama hangi yayınevi basacak henüz belli değil. Aslında o kitap daha da geniş. Paris’in haricinde benim Makedonya’daki ve İstanbul’daki anılarım da var. Ama biz Fransa için sadece Paris bölümünü Fransızca’ya çevirmeyi uygun gördük. Paris’teki anılarım da az değil, 54 yıl, dile kolay.
Yeni sergi projeleriniz var mı ?
Tabii, her daim var. Paris’teki Anadolu Kültür Merkezi’ndeki sergim 19 Ekim’e kadar sürecek. Yunus Emre Enstitüsü’nde açılacak sergimin hazırlıkları da sürüyor.
Fotoğraflar: İbrahim ÖĞRETMEN