Frieze Sanat Fuarı
Özellikle herhangi bir sanatseverin takip ettikleri arasında Frieze ilk sıralarda yer alıyordur tahminimce. Ben de büyük bir heyecan ve merakla Londra’da soluğu aldım. Genel bir değerlendirme yapacak olursam bu yılki Frieze’in geçtiğimiz yıldan daha sönük geçtiğini söyleyebilirim. Brexit konusu bir süredir ülkenin gündemini meşgul ederken sanat piyasasına da dokunmadan geçmiyor elbette. Siyasi gündemin ekonomiye olan negatif etkisini kentin sokaklarında rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Fuarlar, küresel etkinlikler olduğu için bir nebze hareketlilik sağlayabiliyor ancak yerel düzeyde İngiltere’deki galericilerden pek olumlu geri dönüşler almadığımı belirtmeliyim. Amerikalı, Orta Asyalı ve Orta Doğu’dan gelen hatırı sayılır koleksiyonerlerin ön izlemede Blue Chip sanatçılara gösterdiği ilgi sayesinde nispeten verimli geçen bir fuarın ardından sezonu nasıl sürdüreceklerini şimdiden düşünmeye başlamışlar. Yerel piyasa her ne kadar durgunsa da fuar yönetimi küresel izleyici kitlesinden ve Brexit’e rağmen alınan sonuçlardan memnun sayılır. Ayrıca ziyaretçi kitlesini belli bir profile çekebilmek için Frieze’in de giriş ücretlerini yüksek tuttuğunu gözlemledim. Öyle ki bu yılki edisyonda kavramsal işler ve video çalışmalar yok denecek kadar azdı. Ağırlığı figüratif resimlerin oluşturduğu pentür eğilimi ister istemez ticari kaygıları akla getiriyor. Resimlerin boyutlarındaki küçülme de yine satılabilir olmakla ilişkilendirilebilir.
Frieze Sanat Fuarı geleneksel olarak iki bölümden oluşuyor. Biri güncel üretimlerin yer aldığı bölüm, diğeri ise Frieze Masters başlığıyla sergilenen ustalar bölümü. Kişisel görüşüm Masters kısmının daha öne çıktığı yönünde. Rönesans dönemine tarihlenen kitaplar, 19. yüzyıldan fotoğraflar, 20. yüzyıla ait modernist tablolar, ortaçağ elyazmaları ve ikonaların yanı sıra Afrika sanatına özgü maskelerin yer aldığı fuarda, 4,5 milyon yaşındaki meteor parçası da kesinlikle görülmeye değerdi. Kavramsal sanatın üstadı Sol LeWitt’in çizimlerine ayrılan köşe de yine göz dolduruyordu. Frieze London’da bu sene kurgulanmış olan Woven bölümü ise fuarın en parlak işlerini barındırıyordu. Küratörlüğünü Cosmin Costinas’ın üstlendiği ve yalnızca tekstil/dokuma sanatına eğilmiş farklı kuşaklardan sanatçıların işlerine yer veren sergi benim favorim oldu diyebilirim. Brezilya, Filipinler, Çin, Hindistan ve Madagaskar gibi farklı coğrafyalardan bir araya gelmiş üretim pratiklerini keşfetmek güzel bir deneyimdi. Fuar genelinde de resmin ağırlığı dışında seramik ve tekstil çalışmaları öne çıkıyordu. Kişisel beğenime göre en başarılı standlar Gagosian ve Lisson Gallery diyebilirim. Prestijli galerilerden Gagosian’ın, Californialı isim Sterling Ruby’nin heykellerine ve kentin simgesi olan güneşi sonuna dek hissettirdiği sarı ve turuncu tablolarına yer verdiği sunumu fuara sıcak bir başlangıç yaptırıyordu. Her biri 325.000 dolar olan resimler dahil tüm işlerin satıldığı bilgisini aldığım Gagosian Gallery fuarın şanslılarındandı. Geçtiğimiz Haziran ayında hayatını kaybeden Joyce Pensato’ya adanmış Lisson Gallery standı ise sanatçının popüler kültür ikonlarının portrelerini resmettiği siyah beyaz ağırlıklı işlerine yer veriyordu. Tanınmışların dışında yeni galeriler de fuarın katılımcıları arasındaydı ancak sunumları arasında çok kayda değer üretimler yoktu. Klasik bir fuar bölümü olan heykel parkı bu yıl çok güzeldi. Anıtsal büyüklükteki çalışmaların yer aldığı alan ziyaretçilerden yoğun ilgi gördü. Medyaya yansıyan satış rakamlarına da değinecek olursak; Hauser & Wirth Gallery tarafından 6,5 milyon dolara satılan Cy Twombly ve 3,4 milyon dolara satılan Marc Bradford resimlerinden bahsedebiliriz. David Zwirner standında 3,8 milyon dolara bir müzeye satılan Kerry James Marshall ile 1,5 milyon dolara alıcı bulan Neo Rauch resmi de kulağımıza gelenler arasında. Galleria Continua ise Pistoletto’nun bir çalışmasını 658.000 dolara satarak fuarın konuşulanları arasına girdi.
Londra’daki sergilere bakış
Her zaman olduğu gibi fuar dışında kentteki sergilerin de önemine değinmeden geçmeyeyim. White Cube’un farkı galerilerinde yer alan Mona Hatoum sergisi ile Damien Hirst’ün Mandala işlerine yer verilen seçkisi mutlaka görülmeli. Royal Academy’de izleyicinin yoğun ilgisiyle buluşan Antony Gormley sergisi de kentin en popüler etkinliklerinden. Sanatçının kariyeri boyunca ürettiği en parlak işlerinin yanı sıra sergiye özel olarak hazırlanan major enstalasyonların gösterildiği seçki büyüleyici diyebilirim. Metal gurusu lakabıyla da bilinen Gormley’nin çalışmalarını görmek için sanatseverler müzeye akın etmişti. Victoria&Albert Museum ise sıra dışı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Fotoğrafçı Tim Walker’ın kamerasından çıkan görüntülerle birlikte film kayıtları, kurgu setleri ve özel enstalasyonlarının yer aldığı sergi; tam bir yaratıcılık sahnesi ortaya koyuyor. “Wonderful Things” başlıklı bu rengarenk sergi Mart ayına dek devam ediyor. Tate Modern’de Olafur Eliasson sergisi de yine öne çıkan sergilerden. Sanatçının duyulara ve algılara hitap eden çalışmalarından bir yenisi burada izleyiciyle buluşuyor. Sisli bir odada etrafı görmeden yönünüzü bulmaya çalıştığınız bu keyifli deneyim, Eliasson’un interaktif pratiğini gösteriyor. Su buharına vanilya esansı eklenmesiyle sadece görme ve temas etme değil koku alma duyumuzu da uyaran sergiyi çok beğendim. Tate Modern’in klasikleşmiş sanatçı odaları kısmına ise Ed Ruscha ve Nan Goldin konuk oluyor. Müze girişinde her dönem farklı sanatçılara tahsis edilen “commissioned” eser için bu kez Kara Walker ile iş birliğine gidilmiş. Adeta neo-klasik bir meydan çeşmesi formunda tasarlanan “Fons Americanus” başlıklı heykel, Buckingham Sarayı’nın önündeki anıttan ilhamla üretilmiş. Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci geçmişine bir gönderme niteliğindeki iş; Amerika, Avrupa ve Afrika arasındaki sömürge ilişkilerini akıllara getiriyor. Kendine özgü üslubuyla masalsı ve kurgusal sahnelere imza atan Walker, kıtalararası esir ticaretini oldukça iddialı bir bakışla eleştiriyor. Bir diğer popüler durağımız National Portrait Gallery, Elizabeth Peyton’ın portre seçkisine yer veriyor. Resimlerinde; arkadaşları, sanatçılar, aktivistler, aktörler, atletler, dansçılar, müzisyenler, kraliçeler, politikacılar ve şairlere uzanan isimlerden ilham alan Peyton’ın anı ve belleğe dair izlenimlerini görmek güzeldi. Özellikle Viktorya dönemi stilindeki odada yer alan klasik portrelerin, Peyton’un güncel görsellikteki resimleriyle yan yana sergilenmesi hoş bir diyalog ortaya çıkarmıştı. Ana sergiler dışında BP sponsorluğunda gerçekleşen Portre Ödülleri yarışması seçkisini de görmeden geçmemek gerek. 2000 başvuru arasından finale kalan 44 eserin her biri göz dolduruyor. Saatchi Gallery’de yer alan British Art Fair’i ise oldukça zayıf buldum.
Türkiyeli sanatçılar Paris’te
Avrupa’nın gözde sanat rotalarından Londra’yı geride bırakıp Paris’e geçtİğimde ise elbette ilk durağım başarılı Türkiyeli sanatçılarımızın sergileri oldu. Çağdaş sanat müzesi MAC VAL’deki kişisel sergisiyle ses getiren Nil Yalter ve artist residency programı dahilinde MAC VAL Garden’da işlerini sergileyen Gözde İlkin hepimiz için gurur kaynağı oldu. Kavramsal sanatın üstatlarından Sarkis’in “Vitraux Mobiles” isimli kişisel seçkisi ise Galerie Nathalie Obadia’da izleyiciyle buluştu. Sanatçının 66 vitray çalışmasından oluşan sergi kesinlikle göz kamaştırıcı diyebilirim. Sanatçıyla görüşebilmek adına açılış gecesi ziyaret ettiğim sergiye ilgi inanılmazdı. Boltanski’den Jim Dine’a kadar pek çok önemli ismin katıldığı muhteşem bir açılış izleme fırsatım oldu. Sergi 21 Aralık’a dek devam ediyor. Sonbahar aylarına Londra ve Paris seyahatleriyle renk katmak isteyen sanatseverlerin, bu sergileri ajandalarına eklemelerini tavsiye ederim. Her ne kadar politik hareketlilik Avrupa ülkelerine ekonomik bir durağanlık getiriyorsa da sanatın en değerli olduğu zamanlar, bu kriz dönemleri olarak tarihe geçiyor. Sanat dolu bir sonbahar dilerim.